30 Ara 2011

Bekleme yapmayalim rica edicem

Kisilik bozukluguna inanmiyorum. Neye kime gore bozuk yargisi cok subjektif. Dolayisiyla gecersiz. Soylemisimdir belki ama ben elle tutulabilen gozle gorulebilen 5 duyu organimizla algilanabilen sonuclari-varliklari olan seylerin insaniyim. Dijital fotograf sevmem misal- sevene karsi br tavrim yok gerci. Nasil da tuketiyoruz herseyi safsatalarina girmiycem merak etmeyelim. Sadece soyut algilamada basarisizligimi anlatmaya calisiyorum. Medikal kaniti olmadikca hastaliga inanmayisim basima dert acabilir belki ama malesef boyle. O sebeple basim cok agriyor- yok efendim koluma bir sanci saplandi - vay efendim sebebini bulamiyorlar karin agrisindan oluyorum sizlanmalari pek umrumda olmaz. Buyuyunce unutursunuz.




29 Aralik


Haftaortasi yorgunlugumu sabahin buz gibi havasini seyrelten sicacik kahvemle balkonumda atmaya calisirken kafasi karismis saclari dagilmis haldeyim. Uzerimdeki ekoseli sabahlik beni usutuyor ama kalkip bir sal almaya useniyorum. Aptal basliklarini okuyorum gazetelerin - yine bir sinirleniyorum kendime her sabah belki bu sefer birseyleri anlamlandirabilirim umidini tasidigim icin. Umudunu kaybedenlerden degilim ama yapilcak sey basit : gorme bilme duyma. Hicbir zaman atesli fikir catismalarinin ortasinda kalmadim - oyle bir amacim da yok, her isi bi bilene birakmak lazim, ancak sinir kontrolunde harbiyat yasadigim dogrudur. Neyse ki calan telefonum beni kendime getiriyor. Saat sabahin 10u, ve ben bir persembe gununu evde yalniz gecirenler kervanindaydim bu sefer. Evet - yeni yili da yalniz gecirmeyi planliyorum (ic ses: bunu kendine depresyon sebebi yapan insanlar gordum, hepsi salaktilar) Kendine donus icine bakis donemlerimdeyim yine. Biraz da usengeclik var isin gercegi. Ihtiyaclarim dogrultusunda insanlarla gorusuyorum ve no strings attached ( - hemen belirtiyim ashton kutcher ve natalie portman beni daha fazla hayal kirikligina ugratamazdi - ) bile denilmiycek birlikteliklerim disinda kendi kendimleyim. Arayan kisi de Pinar. (hatirlarsiniz hatunu - su en sevdiklerimden) Dogumgunumde evde oturmakta israrci olup olmadigimi merak ediyor. Evet kesinlikle israrciyim. Gormek istedigim kimse yok bugun kendimden baska. Insanin dogumgununde secici davranma hakki olmali degil mi? Sadece kendi goruntumle basbasa kalip estetik herhangi bir distorsiyon istemiyorum. 

"Peki" deyip hafif kirgin kapatiyor telefonu seker sey. Ben de kahvemi tazelemek icin mutfaga yoneliyorum. Masanin ustune oylece attigim birsuru hediyeye bakiyorum, hafif bir gulumseme geciyor yuzumden itiraf etmeliyim. Ama o kadar. Bir bosluk var tanimlanamayan-yamadigim. Bu sefer de koltugumda uzanip biraz kanallari karistiriyorum. Feci. Yuzsuz. Sacma* Gereksiz melodiler de kulagimi tirmalayinca kapatiyorum buyuk ince ekrani. Muzigimi acip bir dus almaya karar veriyorum (bkz. kasabian - green fairy) Ciktigimda telefonumun israrli calislarina maruz kaliyorum. Atil ariyor. (evet yaklasik 4 aydir ayriyiz ama bu ayri kaldigimiz anlamina gelmez) Hadi yine bir itiraf - ilk kutlayanlardan olmadigi icin biraz uzulmus olabilirim. ( pms donemimdeyim ) Telefonu aciyorum: "Seker, kapidayim 20 dk.dir" diyor.  Bu sefer de kapiyi aciyorum. Dustaydim tatlim pardon* dememe birakmadan...- birazcik eglenceden zarar gelmez deyip ona ayak uyduruyorum. 

Herkese iyi seneler!!

23 Ara 2011

Iki arti bir her zaman bir eder

En sevdiginiz sifatin sacma* oldugunu anladiginiz anin sacmaligini dusunmek kadar sacma birsey yok sanirim.. Kendini, camlari, yol kenarindaki islak camurlu peceteyi ayni organla algiliyor olmanin baska bir sifatla aciklamasi olamaz. Olmamali. Su andan itibaren cogu soruya yanitim kisa: Sacma. Net.


Alisilanin aksine megolomaniden cok uzak bir yazi olucak bu. Sadece birgunlugune ziyarete kabul ettigim ve birdaha asla konusturmayacagim sacmaliklar silsilesi. Bos kuflenmis tozlu dumanli biraz da yesil bugun hava. Yolda yurumenin bile sifati belli : Sacma. Anlamsiz. Keyifsiz. Ayni. Gereksiz. Kokusmus. Basit. Sivri. Yuvarlak. Sekilsiz. Hayalsiz. Minnetsiz. Kelimesiz. Bilincsiz. Tam agzimi acip dokucektim ki agiz dolusu ...


Ve sonra sustum.


5 Haz 2011

Bildiklerimin en azından bu kadarı doğru.

Henüz kayıp biri değilim ama eğilimliyim, başka bir deyişle işin ucundayım. Evimden hızlı adımlarla uzaklaşırken ve kusmak için köşedeki kafenin lavabosuna doğru koştuğumda kesinlikle böyle hissediyorum. Doldurulmuş,istiflenmiş,kokuşmuş tüm bağlantılarımı kusmak için. Sarı, yitik, soluk herşeyi kusmak icin. Aptal kalıpları, yedirilen gereksiz ifadeleri, gercekmiş süsü verilen beynin en hastalıklı halisünasyonlarını. Herşeyi. Ona dair herşeyi. Bana dair herşeyi. Ona ve bana ait olan ama bize ait olamayan herşeyi.



(baya yakınlarda bir zamandan baya bi gün önce)


Dün gece kendi evimde kaldım. Kuzenim döndü ve benim artık bir ev bulmam gerekti. Bulmam birşeyi değiştirmedi gerçi. 1 hafta oldu taşınalı, ve ben 2 gece dışında eve uğramadım. Tahmin edersiniz ki ya Atıl’da ya da dışarıdaydım. Neyse, bu gereksiz ayrıntılardan sonra dün geceye dönelim. (uzun zamandır bihabersiniz, detayla boğmak istemiyorum) İşten 10 gibi çıkıp 100m mesafede olan yeni evime geldim. Güzel bir şarap açmış, dirseklerini  masaya koymuş, yüzünü ellerinin arasına almış ve iç bunaltan tonda görünen nedense cansızlaşmış kumral saçları yüzünün canlı kısımlarını tamamen kamufle etmiş durumda beni bekliyor. (Kim olduğunu bilirsiniz siz) Standarttan üstte eğlenceli bir geceydi diyebilirim. Atılın arada nükseden aptal gelecek temalı konuşmalarından uzak, hicbir şeyi kontrol etmeye cabalamadan, rahat ama sıkıcılaşmadan. Anlatacak pek birşey yok aslında, özetle : güzel şarap, güzel seks, güzel kafa falan.  Yine uykusuz donemlerimdeyim ve saat 4, Atıl kafası omzumda uyuyakalmışken huzursuzlaştım bir an. Nedensiz. Zaten nedeni olmasına gerek yok. Bu da gayet insancıl bir olgu. Camaşır makinesinde oraya buraya carpan ve beyninizi kemiren bir demir pantolon  düğmesi kadar sıradan. Basit. Açıklamasız. Ve uyandırdım Atıl’ı. Sapsal ve saskın gözlerle bana döndü. (Ic ses: kavga etmem lazım) Zira benim yanımda uyuyakalması bence bana yapılmıs büyük bir saygısızlık. (Gerizekalı) Sonra yine nedensiz sakinlesiyorum. Ve bisey yok, uyu diyorum yanımdaki masum, bihaber, ignorant canlıya. Ama bu sefer onun da uykusu kacıyor. Ve tatlı uykusunu bölmemin acısını çıkarmak için bahaneler arıyor. O kadar mantıklı cevaplarla toplarını karşılıyorum ki, hicbir huzursuzluk cıkaramıyor. Ama rahatlamıyor da. Hissediyorum. Baska birsey daha hissediyorum ki aslında canımı acıttığını itiraf etmeliyim sanırım. Son kullanma tarihimizi hissediyorum. Su anda Atılın yanında olmanın benim icin bir artı olmadığını hissediyorum. Artık bana birşey katmadığını hissediyorum. Ama tabi ki ona farkettirmiyorum. En azından bunun icin caba sarfetmiyorum. Ama beni tanıyor. 76% uykulu da olsa da .Saat 5bucuk. Ve Atıl kalkıp gidiyor. Üzülmüyorum. Sorgulamıyorum da. Güzeldi. Hala güzel. Ama bu kadar. Fazlası yok. Bir sigara yakıp pencere kenarında kitabımı okumaya devam ediyorum. 
 Bugün işten cıkıp eve geldiğimde anahtarımın kapımı açamadığı o ana gecelim. Anahtarım boşa dönüyor, ki bu da evde birinin olduğu ve içeride anahtarı kapının üstünde bıraktığı anlamına geliyor. Zile basıyorum, üc bes ondört kere. En sonunda acılıyor kapı. Seslerini duyabiliyorum aslında ama beynim “yok artık” diyor. Atıl kapıyı acıyor. “Cık dısarı” diyorum. Acıklama yapmaya calışıyor bir an, ama gözüme bakıp başını öne eğmekte karar kılıyor sonunda. İğrenç kokularıyla dolmuş evin tüm pencerelerini açıp kendimi dışarı atıyorum arkalarından. Trajedik bir olay değil belki, ama drama queen kategorisine de girmez kesinlikle. Ne hissettiğimi bilmiyorum. Sanırım hiçbir şey. Ne hissetmem gerektiğini biliyorum. Ama bu da bana hiç yakışmıyor. Sanırım üstümde güzel durmayan birşey keşfettim: Boşluk.

Dopdolu kalın .)

19 Nis 2011

Saçımı taradım keşke yüzümü de tarayabilseydim.

 Bazilari sansli doguyor. Yapcak bisey yok bu konuda. Onlardan biri miyim? Cogu konuda evet. Ama kendimi dunyanin sekizinci harikasi olarak da adletmiyorum (olmadigimdan degil .) Ama kendini gereksiz seven, kendine aptal seviyesinde tapana da acimam. Yapamiyorum. Oyle insani bi duygum yok. Peki bu beni kotu biri yapar mi? 
..

Hic sanmiyorum .)


(baya yakinlarda bir zaman)
Aksamustu kahvemi icmek icin rutine donen yerlerden birinde sigaramla beraber keyif yapiyoruz. Tek basimayim ve bekledigim (madden ve manen) kimse yok. (a.k.a. - EVVET Atildan ayrildim!) Londranin sisli puslu gunlerinden biri, ama hava ilik kategorisine kolaylikla alinabilir. Arkamda oturan hatunun sakiz cigneyisini duyabiliyorum. Aptal kolyesinin singirtilarini da. Nefret etmedim belki ama sinirlerimi onun alehine calistirdigimi soyleyebilirim. Bir insanin durusu olmali- net. Durussuz, goruntusuz ve bi de sakizliysa- ozur dilerim ama yaticak yeri yok.

Telefonum calmaya basladiginda saat 7bucugu 4 geciyor. Konusma asagidaki siklardan biriyle devam edicek
a)Oldugun yerde kal bi kahve de benimle ic
b)Cok acim falancada birseyler atistiralim
c)Ac degilim eve gidelim
d)Bi sekilde goruselim

Tahmin edersiniz ki Atildan ayrilmis olmam yalniz oldugum anlamina gelmez. Ama yalniz olmadigim anlamina hic gelmez. Bedenimi eglendiriyorum, hepsi bu. Ama bu altyazili istekler midemi bulandiriyor. Cok sacma. Atilla ilgili ozledigim en buyuk sey heralde. Net olmasi. Sonuc odakli gitmesi. Dolandirmamasi. Birinin benimle gorusmek icin bahaneye ihtiyaci varsa, bence bu buyuk bi problem. Ve lanet olsun ki, bunu kimse anlamiyor. Pesinden kosulmasi olayini sevmedigimi iddia edemem ama tadinda kalmali. Karsimdakinin altmetnini anlamiyormus gibi yapmak skici. Yorucu. (Bkz. kabak) Neyse ki bunlarla basa cikabiliyorum. Telefondaki sesin isteklerini de sacmalama diyerek erteliyorum. Afallamasina aldirmadan da saat 10da bende olmasini emrediyorum. Manipulatifim, ve lanet olsun ki bunu seviyorum.

xoxo .)



21 Şub 2011

iyi beste bulmak kolay değil. kutup ayıları bundan şikayetçi.


6 Ocak:
Saat 03:58 ve  birden uyandım. Gözlerim karanlığa alışana kadar bekliyorum. Ve yanımda derin uyumalarda olan Atılın nefes alışverişlerini dinliyorum bir süre. Hayır, yeterince eğlenceli değil. Yavaşça kalkıyorum yataktan. Hafif kırmızılaşmış gökyüzünü seyrediyorum bir süre de, ama bu da zevkli değil. Evdeki antika saatin sesine kulak veriyorum. Tik - tik - tik. Ve ondan da vazgeçip kendime sert bir kahve hazırlıyorum. Masadaki Lucky Strike paketimden bir tane çıkarıp yakıyorum ve laptopın başına geçiyorum. En azından yarınki iş için biraz çalışma yaparım ümidiyle. Uzun zamandan sonra ilk defa beni heyecanlandıran bir proje aldım. Ve yarın (yani bugün) müşteriyle ilk görüşme olacak. Kısa ve sıcak bir buluşma olacağını tahmin ediyorum. 
Bir kahve ve kısaca detaylar. Belki sonrasında birer içki. Sunumu gözden geçirmekten cayıp müşteri hakkında hafif stalker tadında biraz araştırma yapıyorum. Bay V.,  48 yaşında. Sıradışı bir aktivitesi var gibi görünmüyor. Herhangi bir protestoda veya yasadışı organizasyonda da adına rastlayamıyorum. Sıkıcı bir insan diye hafifçe önyargı oluşturuyorum kafamda ama pek fazla da kurcalamıyorum. Zira kendisi ne kadar sıkıcı olsa da projenin adı bile beni heyecanlandırmaya yetmişti ne de olsa. Neyse, yarın yanımda götüreceğim portfolyoya bir göz gezdiriyorum. Herşey tamam gibi. Ama beni rahatsız eden bir şeyler var. Düzenlemesi için asistanıma güvenmiştim, aslında kendi işimi kendim yaparım böyle durumlarda. Fakat, Liz gayet düzenli ve stilimi anlayabilmiş biri. 
Yine de bir huzursuzluk var, birşey eksik. Fazla tuzlu, ya da çok beyaz. Kavrayamıyorum. Sabah Atıl’dan fotoğraflar konusunda yardım alırım deyip dosyayı kapatıyorum. Vee, uzun zamandır yapmadığım bir iş olarak maillerimi kontol ediyorum. Günlük iş yazıları ve ufak yazışmalar dışında bir şey yok. Derken bir mail dikkatimi çekiyor, 4 gün önce ajans adına gönderilmiş ve HR domainden geliyor. Herhangi bir kişi, ad yok. Ne ki acaba diye açıyorum maili, ve öylece bakakalyorum. (sadece 1 an, şaşkın halde uzun süre kalamıyorum, yapım bu) Mesaj kısa ve anonim. Atıl’a dikkat et, ve altında bir fotoğraf. Atıl’ın bir kadının dudaklarına yapıstığı kısacık bir görüntü. Ve photoshopla oynandığı çok açık bir şekilde yanındaki kadının suratı Pınar. İyi de kim neden böyle bir şeyle uğraşsın? Hem de bu kadar amatör ise? Ve benim bunu anlayamayacağımı düşünecek kadar safken? İçimden sistematik küfürler sıralıyorum ve bilgisayarı kapatıyorum. Sonra, televizyonu açıyorum, ve aptal bir kanalda Mary Poppins’e rastlıyorum. Kanepede uyuyakalmak. Bu tadı seviyorum.

Uzun bir hafta oldu. Zinde kalın .) 

20 Şub 2011

Bir istisna değilim, sizin de olduğunuzu düşünmüyorum.


4 Ocak:









Müziğin sesini en sona getiriyorum. Parmaklarımla ona uyumlu sesler çıkarıyorum. Keyfim yerinde. Bedenim de. Saat sabahın 7si ama bu beni durdurmuyor. Telefonum durmadan çalıyor, duymuyorum gerçi, ama görüyorum – umursamıyorum. Umrumda olan tek şey topuklarımın üzerinde dönerek kendimi yatağıma atmak. Ve yapıyorum. Taba Jimmy Choo’larımı odanın diğer köşesine fırlatıyorum. Ve gözlerimi kapıyorum. 



3 Ocak:
Dümdüz yolda ıslak zeminde kayma kaygısı olmadan yürümeye devam ettiğimde saat 5e yaklaşıyor. Ajanstan çıkarken saatin 2 olduğunu düşünürsek uzun bir yürüyüş olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Pınar, Cenk geldiğinden beri bir otele yerleşti onunla birlikte. Yani evde tek başımayım. Kuzenim ay sonunda geleceği için aslında kendime yeni bir yer bakmam gerekiyor. (Londra’da kalmaya devam edeceğim anlamına geliyor bu evet.) Elimi çantama atıp yarısı bitmiş marlboro light paketimi çıkarıyorum. Parmaklarımda oluşturacağı sinsi kokuya aldırış etmeden bir tane daha alıp yakıyorum. Hafif bir yağmur var ama rahatsız edici değil. Ben dalgın bir şekilde yoluma devam ederken yılbaşı gecesinin başına dönelim. Üzerimde siyah Dior çapraz bantlı bir little dress, ayağımda yüksek topuklu bir çift yilbasi klasigi ve yakut takılarımla Atılın kapısına dayandığımda saat henüz 8. Code kokusunu alarak kapıyı bana hazırlıklı açıyor şeker şey. (bkz. Jest veya sempati) Pınar ve Cenk’i bekleyeceğiz ve önceden rezerve ettirdiğmiz haute-couture eğlencemiz için şık kulüpte geceyarısına kadar eğleneceğiz. Ve bu gece literal anlamda işe yarayacak herkesle beraber olacağız. Daha sonrasında Atıl’ın  Kensington’a yakın müstakil evinde seçilmiş kişiler 2011e bizimle devam edecek. Pınarları beklerken birer viski dolduruyor Atıl, ve belirtmeliyim ki görüntüsü tek kelimeyle stunning. Üzerinde Prada gömlek + Dries Van Noten hırka ve Balmain pantolonları var. Saçları dağınık ve bütünlüğümüzü vurgularcasına bu geceki parfüm tercihi Black Code. Ne kadar belli etmesek de aramızda rahatsız edici değil ama heyecan verici bir gerginlik var. Saat 8buçuk gibi Pınar ve Cenk kapıda oluyor. Pınar kıpkırmızı bir Chanel, Cenk’in tercihi ise klasik bir Tom Ford suit. İkisi de gecenin en şık grubu olmamıza katkıda bulunacak gibi görünüyor. Ve saatlerdir yürüdüğüm ve dalgınlığıma telefonumun parazit yaptığı 3 ocak akşamına dönelim. Tanımadığım bir numara ve hiç sevmesem de açıyorum. Ağdalı Fransız aksanından kim olduğunu açıklatmama gerek kalmıyor. “ma chérie, gitmeden bana veda etmelisin. Yoksa çok ayıp olur.” Haftaya İstanbul’a geçeceğim bir süreliğine, bundan bahsediyor. Ama nereden duymuş olabilir ki! (Tabii ki ATIL!, ne yapmaya çalışıyor bu pislik? Gideceğimi Piérre’e söylemek de neyin nesi?) Yılbaşı gecesine geri dönelim. Mekana geçmeden önce güzel bir yemek yiyoruz ünlü bir Fransız restaurantında. Tek bir toz zerreciğine rastlayamayacağınız bu mekandan 10a doğru ayrılıyoruz ve kulübe geçiyoruz. Herkes orada. Atıl’ın küçük ateşli bakiresi, Piérre, sekreter sürtük, üst düzey yakışıklılar, bol dekolte yöneticiler, Asyalı iş ortakları, İtalyan fotoğrafçılar. Herkes yani. Ve Atılla beraberliğimiz kesinlikle flörtlere bir engel oluşturmuyor. Atıl düzgün fizikli geniş dudaklı hatunların ilgisine maruz kalırken ben de 1.82 üstü taliplerimle ilgileniyorum.  Hatta ve hatta bununla oldukça eğleniyoruz. (Bkz. Patates baskısı veya suluboya) Mesela Atıl’a açık seçik “give it to me” çağrısı yapan hatunun bembeyaz elbisesindeki şarap lekesi için garsona epeyce dil ve para dökmem gerekiyor. (küçük şeylerle uğraşmam bilirsiniz, ama eğlence işin içindeyse bu konuda cömert olduğum da unutulmamalı:) Ne zaman ki bu oyunun sınırları artık bel altından vurmaya başladı, işte o zaman ben de en güçlü silahım olan Piérre’i devreye sokuyorum. (Bkz. Santogold- Shove it) Ki gerisini tahmin edebilirsiniz. Zira tıpış tıpış değil belki ama acı çekerek beyaz bayrak gösteriyor Atıl. Doğruluğu hiçbir b.ka yaramayan ama yine de doğru olan önermelere saçmalık denir. Gercek su ki - bu gece de onlardan biri. Boş.

Bu akşam da o gecenin cesaretiyle arıyor Piérre. Yerini bilmeyen bir tip değil, ve sanırım güzel bir teklifi var. Akşam buluşalım diyor, kabul ediyorum. Ve bu gece için yanında bir de arkadaşını getiriyor. ‘2 Fransız ateşi ve ben. Gecenin sonunu da bence tahmin edersiniz:)



Tatlı kalın.

19 Şub 2011

Bu dosya akışı bitmezse istenmeyen 'şey'ler olabilir.



Kısır. Şu ara aklıma en çok gelen kelime. Böyle dönemleri yoğun olan drama queenlerden değilim aslında ama birşeyler kontrolüm dışında gelişiyor bu sıra ve ben sıkıntıdayım. Bu hastalık mevzuları, sonra Atılla bağlanma durumları.  Ama artık netleşiyor herşey yavaş yavaş.  Atıl’a hala değer veriyorum. Hala onda farklı şeyler olduğunu hissediyorum.  Onunla herşeyi anlamsız kılmayı, onu anlayamamayı sonra kendimi anlayamamayı seviyorum. Bu sudan çıkmış balık anlamamazlığı değil fakat, sadece anlamsız bulma diyelim. Atıl’ın geniş omuzlarını seviyorum. Bembeyaz soluk tenini seviyorum. Çarpık gülümsemesini seviyorum. Bir yumurta hakkında saatlerce konuşabilmesini seviyorum. Ama aynı zamanda kısıtlı ve öz kalmasını seviyorum. Kısa cümleler kurabilmesini seviyorum. Kendini 3 sn.de ifade edebilmesini seviyorum. Beni 6snde ifade edebilmesini seviyorum. Açıklamalarla boğuşmadığımızı görmeyi seviyorum. Ya da Atıl’ı seviyorum belki. Bilemiyorum. Ya da uzatmaya gerek yok, evet onu da seviyorum. Ama aramızdaki ilişki adı altındaki garip şeye artık onun kadar değer vermiyorum. Veremiyorum. Aslında tam istediğim kıvamda şimdi. O bağlanma muhabbeti, benim üzerimdeki yeni ve ilginç etkisi yok mesela. Atıl onu kaldırdı. Attı. Bir anda yok ederek herşeyi. Hiçbir sebepsiz bağlantı noktasını koparıp attı Hyde Park’ta en kısa cümlelerle “Bitti” derken. Bunu bile beni tanıdığı için yapmış olabilir. Ancak bu şekilde o yabancı olduğum bağlanma hissinden kurtulacağımı hesaplamış olabilir. Yok yok, beni b.k gibi ortada bırakmasının hiçbir şekilde mantıklı açıklamasının yapılmasına izin vermeyeceğim. Genlerimin kolay unutmayacağını söylemiştim. Ve bu elime geçen oyun izninin yok olmasına seyirci kalamam. Çünkü çok eğleniyorum, hepsi bu.

1 Ocak:
Sabaha karşı Atıl’la onun evindeki partiden kaçıp bana geliyoruz. Saat 7ye geliyor ve ikimiz de birer kahve için benliğimizi satabiliriz o anda. Anahtarları bulmakta oldukça zorlanıyorum, ve Atıl da hiç yardımcı olmuyor. Gecenin detaylarını daha sonra anlatırım ama kısaca; Atılla dışarıya karşı soğuk kendi içimizde sıcak savaş ilan etmiş durumdayız. Özet: Ben en güçlü silahım olarak Piérre’i seçiyorum Atıl ise aptal bir Asyalı. Ve kız, üzerindeki iki sezon öncesinin Chanellerine aldırmadan kendini bana rakip ilan ediyor – hal böyleyken sonuçlarından beni sorumlu tutamaz değil mi :)  Neyse, uzun uğraşlardan sonra kapımı açabildiğim ana dönelim. Atılın kollarından kurtulup içeceklerimizi hazırlamaya başlıyorum. Atıl da müzik kanallarını karıştırıyor. Ben elimde kahvelerle yanına gelirken o da abuk sabuk bir finans yayınında karar kılıyor. 

Ekrandaki heyecanlı spiker 2011in ekonomi açısından optimist yanlarını anlatırken ben de Atıla fincanını uzatıyorum. Ve yanına oturuyorum. Bir yudum alıp “Çok sıcak” diyor Atıl, ve ikimiz de sehpaya bırakıyoruz elimizdekileri. Sessizce “Piérre, ha?” diyor. Ben de “O Asyalının hiçbir şekilde şansı yoktu” diyorum. Çok şaşkın “Neden” diyor, lezbiyen miydi sence diyor. “Hayır, biseksüel belki, ama problem şu ki seksüel değil”. Gülüyor ve daha da yaklaşıyor. Elini önce uzun boynuma atıyor. Ben ise hafifçe doğrulup  “Bu seçimin resmen bana hakaretti” diyorum. “En azından Piérre indirimden alınmış geçmiş sezon ayakkabılarıyla dolaşmıyor.” Diye ekliyorum. Atıl hala boynumdaki elini deneyimli adımlarla göğsüme ulaştırıyor ve “Piérre, tam bir şapşal ” derken sağ göğüs ucumu öyle bir sıkıştırıyor ki nefessiz kalıyorum. Ve ikimiz de çekişmeyi bırakıp teslim oluyoruz. Kahveler soğuyor. 





Guzel kalin .)

18 Şub 2011

Yanyana duran iki figuru birbiriyle bağdaştıramıyorum.







Birazdan yılın en başarısız bulduğum kutlaması başlıyor. (ic ses:  .... ) Kendimden bahsetmiyorum. Ama populasyonun yarısından çoğu yaratıcılıktan uzak tekdüzeleşmiş bir “yılın ilk anları” klasiğiyle avunacak saniyorum yine bu gece. İnsanların eğlence anlayışına bir şey demiyorum, diyemem de. Bazı şeylerin abartılmasına karşı olmadığımı da defalarca dile getirdim. Amaaa, kalkıp her tarafı kırmızı gümüş renklere boyayıp bir de kafalara o aptal karton şapkaları bir marifetmiş gibi geçirmelerinin herhangi bir özrü olamaz. Bunu kabul edemiyorum. Ve sessizce bu saçmalığı en içten dileklerimle reddediyorum.


31 Aralık:
Sabah koşar adım ofise geldim. Ivır zıvırları çabucak halledip olabildiğince kısa sürede kendi yaşama alanıma dönmek için elimden geleni yapıyorum. Hiç tanımadığım departmanlardan insanlarla yeni yıl tebrikleri zırvalıyoruz. Aslında eğlenmediğimi söyleyemem. Zaten çok yakın olduğum 3-4 insan var, ve onlarla ofisin geri kalanı hakkında 88% acımasız yorumlarımızı sıralamak hiç de sıkıcı değil açıkçası. Ofis çalışanları genelde kendini bilen tiplerden oluşuyor ama biraz sonradan görme tipler de yok değil. Mesela genel müdür Bay S'in sırf bugüne özel getirdiği ’64 Fransız ev yapımı şarap için arkadan gelen yorum: “ Şampanyasız bir kutlama bence hoş değil”. Babanın evinde hep şampanya içiyordun değil mi pislik! (bkz. hadsizlik veya yersizlik)




Bugünün en sevdiğim kısımlarından biri de mağazalardan yeni yıl jesti olarak gelen daha günyüzü görmemiş tasarım ayakkabılar. Bunlarla kendimden geçmiyorum belki, kendim dışındaki maddelere haddinden fazla değer vermediğimi bilirsiniz. Ama sınırlarımı zorlamıyorlar dersem çok büyük bir ikiyüzlülük yapmış olurum.  Bu gece için kıyafetlerim çoktan hazır, ama ayakkabıda bir değişikliğe gitmem an meselesi.  Zira el yapımı bir parça var elimde ve bu gece giyeceğim Dior gümüş mini elbiseyle akıl almaz bir bütünlük oluşturuyor. Sanırım birbirleri için yaratılmışlar. Beni affet Chanel. Ama bu gece seni evde bırakıyorum. Annemle de uzun bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra hazırlanmaya başlıyorum. Duş- check. Makyaj – check. Gümüşi dior ve siyah el yapımı 6 inches – check. Paco rabanne ultraviolet bu geceki tercihim. Ve Mcqueen portföyün içine kredi kartlarım ve gerekli küçük ayrıntılarımı da koyunca – 2010, ready to go! (spoiler: bu gece, çok sert geçicek..)







Bir de gec olsa da mutlu yıllar! ve uslu kalın .)

Reform paketi hazır. Yargıdan görüş bekliyoruz.

30 Aralık:

 Saat sabah 6:04. Kafam o kadar güzel, o kadar yerinde ki sanırım kendi kendime şarkı bile söylemiş olabilirim az önce.  Özetle: Güzel geceydi. Şimdi herşeyin başladığı o ana dönelim. 29 Aralık 2010 – Yer: Londranın hatrı sayılır kulüplerinden biri -  Saat: 8i 3 geçiyor. Atıl yaklaşık yarım saat önce beni evimden aldı ve bir süredir merak edilen soru “Hala birlikteler mi?”ye cevap olarak elele giriyoruz mekana. Pınar çoktan gelmiş, Cenk’le beraber bizi karşılıyorlar. Ah ne süper görünüyorsun safsatalarına hiçbir zaman girmeyiz zaten. Birkaç kişi daha var. Ortam kalabalıklaşmadan küçük bir ritüelle kutluyoruz meydana gelişimi. Arkada The Twelves çalarken ve ben bir büyük long island ice tea’yi 5 sn içinde bedenimle birleştirirken kendi kendime şöyle diyorum: “Gerçekten dünyaya gelmemem büyük bir kayıp olurdu!”

Şimdi de Atıl’ı ofisine bırakıp evime geçtiğim ana dönelim. (29 Aralık 2010 – Saat: 15:23) Ajansa uğrayıp gelen mektup ve ofistekilerin 64% sanal doğum günü tebriklerini aldım önce. Tabii ki hediyeleri de.  Ve sonra koşar adım hazırlanmak hevesiyle evdeyim.  Tam bir sigara yakıp biraz rahatlamak için bir parça kahve likörü hazırlamıştım ki kendime kapım çalınıyor. Kimseyi beklemediğim için biraz merakla yöneliyorum kapının koluna. Ve gerçekten merakımı haklı çıkaracak bir şahıs var karşımda. Komşum aşırı yaşlı apartman teyzesi veya güvenlik görevlisi gibi günlük insanlar değil zira. Piérre. “ bon anniversaire” diyerek içeri yöneliyor.  Biraz afalladığımı itiraf etmeliyim sanırım. Ne amaçla buradaydı ki şimdi? Booty call durumu da değil, hareketlerinden hatta nefesinden anlarım bunu zaten. Ama romantik sürpriz yapacak tiplerden de değil Piérre. (ki öyle birşey yaparsa bu onu büyük bir utançla hatırlayacağım anlamına gelir.) Doğum günümü kutlamak için evime kadar zahmet etmesinin mantıklı bir açıklaması olması ümidiyle ona da bir scotch dolduruyorum ve oturuyoruz. “dear, akşam Paris’e geçmem gerekiyor katılamayacağım bu gecene. Kısa da olsa seni görüp öyle kutlayayım istedim.” (eh, makul bir sebep sayılabilir) “İyi yaptın” diyorum ve beni küçük dedikodularla eğlendirmesine izin veriyorum. Ve onu ugurlarken ceketinden ozel tasarim safir bir yüzük cikarip hediye ediyor. ( Tanrım, zevki mükemmel – zarif ötesi, parmak olculerime dikkat etmis olmasi da cabasi) Tatlı Fransız aksanı ve abartılı asilzadeliğiyle bana veda ediyor. En yakın zamanda görüşmek üzere ayrılıyoruz. (bunu tüm bedenimle istediğimi söyleyebilirim sanırım) Ve o gider gitmez duşa giriyorum, 3-4 saat kadar bir zamanım var. Hazırlanmak için uzun ama tam anlamıyla hazır olmak için kısa bir zaman.

Tekrar herkesin benim oluşumum için biraraya toplandığı dakikalara dönelim. Saat geceyarısını 13 geçiyor. Yaklaşık 50 kişilik ufak bir grubuz ama büyük mekanın her metrekaresini doldurduğumuz kesin. Ben İstanbul’dan gelmiş 5 kişilik sub-groupla ilgilenirken Atıl yavaşça yanıma geliyor. Gruptan kibarca izin isteyerek beni dışarı çekiyor. Hediyesini vereceğini tahmin etmek pek de güç değil. Aslında hediyesinin güzel bir kolye olacağından da adım gibi eminim. ( Hatırlatalım, boyun* Atıl’ın en zayıf ve tek karşı koyamadığı nokta) Zira sürprizlere bayılmadığımı bilir. Sırf sürpriz olsun diye abuk sabuk hediye olaylarına girecek insanlardan da değil. Hatri sayilir pırlanta tasarımcılarindan olan arkadaşıyla elele yaptıkları kolyeyi kendi elleriyle boynuma yerleştirirken,  fırsattan istifade enseme usulca bir öpücük kondurmayı da ihmal etmiyor. “iyi ki dogdun” diyor sessizce. Ve alkolün de etkisiyle içeridekileri unutmak ister bir tavır sergiliyor, ama izin vermiyorum ve ortama geri dönüyoruz. (misafirperver bir kişiliğim var neticede)

Tekrar hazırlanmak için evde son ses Foals - Cassius dinlediğim ana dönelim. Duştan yeni çıkıyorum ve bir şişe BLV II ile kendimi tatlandırıyorum ki tekrar kapım çalıyor. Üzerime beyaz sabahlığımı geçirip açıyorum – yine Piérre. Ve bu sefer gerçek bir hoşçakal için geri dönmüş. Saatime bakıyorum, henüz 4buçuk (yani hazırlanmam için yeterli zamanım var) İçeri alıyorum. Ve Issey Miyake’sinin BLV IIye karışmasına izin veriyorum.

Şimdi de gecenin sonuna geçelim. Herkes yavaş yavaş mecazi ve gerçek anlamda dağılırken 4 gibi biz de ayrılıyoruz mekandan. Atıl önce ona gitmemizi teklif ediyor. Ben de kabul ediyorum. Sonra nedense elimle oynuyor -  ve yüzüğü fark ediyor. İşçiliğiyle ilgili övgüler yağdırırken Piérre’in hediyesi olduğunu söylüyorum. Alkolün etkisiyle bir an yüksek agresif bir hale bürünüyor. Ama çabuk kontrolünü topluyor. Gecemi mahvetmek gibi bir niyeti yok. ( Ki zaten bunu hiçbir koşulda başaramayacağını bilecek kadar iyi tanıyor beni) Bu yarı muzip hali hoşuma gidiyor ve ona gitmekten vazgeçip bana gidiyoruz. Arka koltuktan en sevdiğim Scotchı kapıyor ve koşarak eve giriyoruz. Issey Miyakenin tamamen evimi terk etmesi için çıkmadan önce pencereleri açık bıraktığımdan salonum buz gibi. Ama buna aldırmıyoruz. Yeni yılımın ilk gününde güne güzel bir başlangıç yapmak için sadece birbirimizi kullanıyoruz.







Guzel kalin .)

17 Şub 2011

Şu sıralar sifonların durumu o kadar iyi değil, ekonomik kriz var.

Panik şu dünya üzerindeki en eğlenceli şey olabilir. Kupkuru, kırmızı, yapışkan, güçlü. Büyük bir kaşık wasabiyi bir hamlede yutmak gibi. Yaz ortasında kayak merkezine gitmek gibi. NE yazık ki bu harika olayı çok fazla yaşayamıyorum – lanet olsun ki genelde kontrolüm dışında şeyler nadir oluyor.) Ama etrafımdakilerin panik durumunda vaziyetlerini izlemek – işte bu favori boş zaman aktivitelerimden. “Tutkulu” doğru sıfat değil belki ama en iyi ifade edeni. Ya da “nafile”.


pj harvey - this is love: http://www.youtube.com/watch?v=STxXS5lLunE


29 Aralık:
Bilmeyenler için hatırlatiyim bugün benim muhteşem doğumumun 25. yıldönümü. Gerekli çalışmalar çoktan yapıldı ve bu gece benimle olacak şanslı kişiler sabırsızlıkla saatlerin 8:02 olmasını bekliyor. Ben de saat 7.36da uyandım ve yaklaşık 2 saattir telefon aracılığıyla gelen tebrikleri kabul ediyorum. İtiraf etmeliyim ki doğum günlerini seviyorum. Abartılmasında da hiçbir sakınca görmüyorum. Tek bir şartla – iyi ki doğdun yazılı pankartlar veya herhangi bir şey bugüne alet edilmemeli. O çirkin canavarlara bu harika günün öğeleriymiş gibi yaklaşılması midemi bulandırıyor. İyi ki doğdun – İyi ki varsın ve kalpli yastıklar veya büyük pankartlar – teşekkürler ama ben bunları biliyorum.

Atılla öğle yemeği için downtownda bir restaurantta buluşuyoruz. Onun işyerine yakın yerlerden ve benim de alışveriş için bulunduğum civarda bir yer. Mekana geldiğimde Atıın henüz gelmediğini görüyorum, ve üzerimdeki Dior Homme siyah kazak ve Guess deri siyah pantolonla tam bir tezat içindeki gümüş masalardan birine oturuyorum.  Sigaramı yakıp Atıl’ı beklerken bir de kahve söylüyorum. Ve saat 12:13te telaşlı adımlarla Atıl geliyor. Telaşlı olduğunu ellerini bir yere konumlandıramamasından anlıyorum. Önce aceleci tavırlarla öpüyor. Sonra belli belirsiz hareketlerle garsonun ilgisini çekmeye çalışıp bir su istiyor ve masadaki peçeteyle oynamaya başlıyor. Tüm bunlar aslında sinirli olduğunun ama bir yandan da ne yapacağını bilememezlik durumunda olduğunun belirtisi. (iç ses: tanıyorum) Dayanamayıp haline gülmeye başlıyorum ve ne olduğunu soruyorum. Önce gülmeme sinirlenerek bana biraz sert bakıyor, ama sonra teslim olup anlatmaya başlıyor. Gerginliği anlatmaya başlarken de yüksek çünkü masadaki peçete şu anda Atıldan nefret ediyor.
L: “Neyin var ne oldu?”
A: “İşyerinde bir olay..”
Nasıl yani anlamında sağ kaşımı kaldırıp direkt gözlerinin içine bakıyorum. Biraz bekledikten sonra Offff. Deyip anlatıyor:
A: “Patronun kızı. Problem o. Staj için benim yanımda çalışmasını istedi Bay Noren.”
L: “E bu kötü bir şey mi? Norenin sana güvendiğini gösterir bence”
A: “Öyle öyle de. 4 gündür benimle ama artık ona tahammül edemiyorum. Beni çıldırtıyor. Tanrım, kız daha 19 yaşında!”
 
Olay şu ki, Bay Noren’in kızı Atılın beklediğinden biraz daha ateşli çıkmıştı. Kız açık bir şekilde hiçbir fırsatı kaçırmıyordu hatta fiziksel temas oluşturabilmek için fırsat yaratmaya çalışıyordu. Atıl başlarda bunu görmezden gelmiş, ama iş biraz çığrından çıkmış anladığım kadarıyla.

A: “Cidden her dakika o cırtlak sesini duyuruyor bana!”
 Kendimi tutamayıp gülüyorum. L: “ Atıl! İşyerinde cinsel istismara maruz kalıyorsun!”

Yine önce sinirli bir bakış fırlatıyor ama sonra “Gelmeden önce asansörde bana sahip olmaya kalktı!” diyerek o da gülmeye başlıyor. Bu konuda yapılabilecek pek bir şey yok, kıza istediğini vermesini önerebilirim sadece ama Atıl böyle bir şeyin asla yaşanmayacağını söylüyor. Ki zaten 5 gün daha sabretmesi gerekiyor. Yemeğimizi yedikten sonra küçük ateşli bakireyi(bu konuda emin değilim aslında) görmek için ben de Atıl’la beraber ofise gidiyorum. Gerçekten Atıl’ın dediği kadar var çünkü küçük sürtük Atıl’ın odasında bizi karşılıyor. Farketmemiş gibi yaparak Atıl’ın dudaklarına yapışıyorum odanın kapısını kapatırken. Ve sonra daha ileri gitme amacım varmış gibi bir görüntü çizerken tatlı kızımız hafifçe öksürüyor. (iç ses: tatlım çok tatlısın) Arkamı dönüyorum ve “ Ah merhaba, fark etmemiştim, ben Lola” deyip elimi uzatıyorum. Surat ifadesini görmeniz lazım. (bkz. Kurbağa ya da baykuş) Atıl hafif çarpık yarı gülümsemesiyle araya girmeden bizi izliyor. Ve 97% eminim ki bana ne kadar minnettar olduğunu düşünüyor .)



İyi kalın.

16 Şub 2011

Birine düşme diyemezsin. Bu yerçekiminin işi, sizin değil.

Can sıkıntısı korkusuyla, sırf sıkılırım önyargısıyla düzgün bir hayat yaşayamayan birşeylerden sürekli vazgeçenlerden çok ciddi boyutlarda irite olduğum doğrudur. Sürekli “aşkı arıyorum, the one* peşindeyim” kafasındakiler hakkındaki görüşüm ne kadar sertse, bu az once belirttiğim kendilerine zerre güvenmedikleri için çevreye güvenmediklerini iddia edenlere karşı tavrım da aynı seviyede. Kafalarına yumurta atma isteği uyanıyor bende. Bu insanları düzeltemem belki, ama en azından kendi hayatımı bunlardan kurtarabilirim. Evet, ben bunu kesinlikle başarabileceğime inanıyorum.

28 Aralık:
 İnsanların “muhteşem, harika” gibi sıfatları ne sıklıkla kullandıklarına bakarak zeka gelişmişliklerini ölçebilirsiniz. Bu bilimsel bir gerçektir bu arada, biryerlerimden uydurmuyorum. Bir insanın her anı “mükemmel!” geçemez, mümkün değil. Eğer öyleyse ya biryerlerde büyük bir yanlışlık yapılmıştır, ya da bu insan derecelendirme yetisinden yoksundur. “Daha mükemmel” diye bir tabir de kullanıyorsa zaten kişi acınacak haldedir ne yazık ki. Ya ergen beynini henüz törpüleyememiştir, ya da (ki bu acı olan opsiyon) beyni zaten o kadardır.. Londraya geleli 2 gün oluyor. Ve ben resmi olarak hiç bir iş yapmıyorum. Ajanstan izin aldım, çok yoğun bir dönemde olmamıza rağmen anlayışla karşıladılar. (canlarım) Ama evden yardımcı olabildiğim kadar yardımcı olmaya çalışıyorum.  Kokuşmuş yılbaşı coşkularını bu ara kaldıramayacağım bu az önce belirttiğim mükemmel*cilerle yoğunlaşmış ofis insanlarının. Hepsinin öyle olduğunu söylemiyorum, ama şu ara stajyer dolu etraf ve gerçekten beynimi kemiriyorlar. Bakın, zeki insana saygım sonsuz ama aptal zihniyete lanet olsun ki tahammül edemiyorum. Dışarı da çıkmadım bugün. Sessizce filmimi açıp bir de pizza söyleyip sıradanlıkta top 10a girebilecek bir gün geçirmeye karar verdim. Ki saat 6ya kadar da bunu başardığımın ciddi kanıtları var elimde. Ve sonra hafif güneş ışığı salonumdaki büyük pencereden gözümü rahatsız etmeye çalışırken ve ben ekstra rahat kanepede vücudumu X pozisyonuna getirmiş gözlerimi kocaman açarak ekrandaki Edie’yi izlerken telefonum çalıyor. “Uyumuyorsun değil mi, kapıdayım” diyor karakterli ses. (kim olduğunu bilirsiniz siz) Kalkıp ağır ve uygun adımlarla kapıya yöneliyorum, üzerimdeki ince pijamaların da etkisiyle birazcık titriyorum. Kapıyı açıyorum ve keskin Armani Black Code + Atıl kokusu sıradan güne alışmış beynimi bir an kontrolsüzleştiriyor, ama toparlıyorum. 



Atıl sağ kolunu duvara uzatmış, siyah wayfarerlarını çıkarmadan bana bakıyor, “seni bu şekilde dışarı çıkaramam” diyor dudaklarını hafif aralayarak. Ben de “seni bu halde dışarı bırakamam” diyip içeri alıyorum. Ve fonda massive attack – angel çalarken sol omzuna yaptırdığı boynuna doğru uzanan yeni dövmesine dikkat çekiyor. (ki zaten benim çoktan ilgimi çekmiş oluyor) Latince bir yazı ve ben bu seneki ilk doğum günü hediyemi alıyorum. 

“İyi ki doğdum!” .)

Xoxo.

26 Oca 2011

Hiçliğe uçan küçük kağıt parçasına dönelim.

26 Aralık.

Biraz daha dinlenmeme gerek olmadığını cebren ve hile ile kabul ettiriyorum. Hasta ilgisi bünyeme belli dozdan sonra zarar veriyor -  çirkefleşebiliyorum. Kaçar gibi geldiğim İstanbul’dan yine kaçarak uzaklaşıyorum. Sadece Ali’yi arayıp bir teşekkür ediyorum ve Londraya döneceğimi bildiriyorum – e bu da yeterli sayıda kişiye haber verdiğim anlamına geliyor. Şimdi, Ali’yle görüştüğüm güne dönelim – o dengesizliğimin sağlık bakanlığınca onaylanacağı günün bir öncesine. Soğuk gri ve çamur kokulu İstanbul gecesine. Saat 8buçukta Ali kapımda oluyor – 9da sözleşmiş olmamıza rağmen. Ve kalabalıktan uzak ve rahat konuşabileceğimiz bir kafeye gidip oturuyoruz. Ben bir scotch istiyorum o da turk kahvesi. Hava-su-toprak-ateş muhabbetinden sonra asıl karın ağrısına geliyor sıra. Alinin ısrarlı aramalarının ana sebebine. Diyor ki “Aylinden ayrıldım” (bilmeyenler için – Aylin Atılın kardeşi, 22 yaşında, fotomodel)  Bu durumun benimle bir ilgisi olmadığının ikimiz de farkında olduğumuzdan aceleyle devam ediyor. “Ama, Aylin bu durumun senden kaynaklı olduğunu düşünüyor. Ve İstanbula gelmenin de benden kaynaklı”. Hayretle yüzüne bakıyorum.(iç ses:  yılbaşı coşkusu uğruna çam ağacı süslemeyen yegane mekandayız sanırım. Böyle bir yerin varlığına hep inanmıştım) “Eee, bu durumun benimle bağlantısı ?” diye soruyorum.
“Mesele şu ki, bunu Atılla paylaşacaktır – istemeden sorun yaratmak istemem”.
Ahh ne düşüncelisin (iç ses: işte bu yüzden senden ayrıldım) İnsanların kendi küçük dünyalarında benim hayatıma etki edebileceklerini sanmaları komik. Yok yok, üzücü daha doğru bir sıfat bu durum için. Ya da ‘ ukala’.
“Problem olmaz, merak etme” diyorum sabrımı koruyarak. Rahatlamış görünüyor. Bu muydu yani, bunun için mi telefonumu meşgul etti? 
Şimdi de, Atılla Londraya geçmek için beklediğimiz havaalanının bekleme salonunda 13 dk.dır konuşmadığımız zaman dilimine dönelim tekrar.

“Su ister misin” diye soruyor. Evet anlamında kafamı sallayıp elimdeki dergiyi okumaya devam ediyorum. Sularımızı alıp geri geliyor – biraz daha yakın oturuyor ve elini omzuma atıyor. Ben ise istifimi bozmadan okumaya devam ediyorum. Ve sessizliği bozan taraf yine Atıl : “Ali beni aradığında şaşırdım”. İlgisiz görünerek “Neden” diyorum. Son aranan oydu, işte telefona ulaştım bikbik açıklamalar yapacağımı sanıyorsa büyük bir yanılgı içinde, ama böyle düşündüğünü zannetmiyorum. “Aylinle konuştum, ayrılmışlar. Ve bazı paranoyaları var.—“
Evet* diyerek lafını kesiyorum.”Ali bahsetti”. Suyundan büyük bir yudum alıyor, zorlandığını hissediyorum. Ve bu durumun bana sadistçe bir zevk verdiğini de itiraf etmeliyim. Ama, daha fazla eziyet etmiyorum. “O krizden once Aliyle buluştuk. O zaman anlattı. Yeni bir sevgilisi var bu arada”
Bir yudum daha alıyor plastik şeffaf şişeden. “Kıskanmadım, hayır.”, diyor. Elimdeki dergiyi bırakıyorum. Ve yüzümü ona çevirip “Biliyorum” diyerek öpüyorum.  Bilmemkaç sefer sayılı uçak için anons salonda yankılanırken Ali’nin yeni sevgilisinden bahsettiği o geceye geri gidelim tekrar. “Bunu bir tek sana anlatabilirim, çünkü beni yargılamayacağını biliyorum” diyor Ali. Birşey söylemiyorum, meraklı gözlerle suratına bakıyorum. “Mine – kuzenim olan- ile birşeyler oluyor. O..Çok mutsuzdu. Yani, aptal bir durum ama. Öyle oldu.” Mine – kuzenim – 26 yaşında – EVLİ ve hatta hamile idi 32 gün öncesine kadar. (Talihsizlik – küçük bir kaza geçirmiş) Yargılamıyorum evet, hatta Minenin çırpınışları beni keyiflendiriyor. Lafı uzatmayı sevmiyorum – direk soruyorum. “Benden ne istiyorsun?”
(bkz. - whataya want from me)
Uçağın havalandığı o ana dönelim. Atıl soruyor. “Ne istiyormuş?” Tanrım ne kadar da iyi tanıyor bu adam herkesi. “Küçük bir iyilik” diyorum hafifçe gülerek. “Benden yeni sevgilisini öldürmemi istedi”

Evet, o sarı ışıklı, mor ağırlıklı mekanda Ali benden Mineyi öldürecek birşey yapmamı istiyor: Mine'yle konuşmamı. Bu durumdan ne kadar zevk alacaksam da, reddediyorum. Çünkü ileride başıma gelecekleri görecek kadar zekiyim. Mine, Aliyle her ne pahasına olursa olsun görüşmeye devam edecek. Benim onunla konuşmamı da, Aliyi unutamadığım gibi tam da ona yakışacak zeka özürlü bir algılamayla yorumlayacak. Ve gereksiz başım ağrıyacak. “Saçmalama Ali, 2 gün aramazsan hepsi unutulur zaten” diyorum. Gülüyor.
 “Haklısın” 


       E tabii ki, ben hep haklıyım.

25 Oca 2011

insanlar, kendilerini canavar yerine koymayı çok eğlenceli buluyorlar.

Genelleme yapanları sevmem diyemem. Ama, bu iyi bu ise kötü diye sürekli konuşanlar da en dip listemde yer alır genel**de. Herkesin sevdiğini sevmem, veya yaptığını yapmam da demiyorum. En basitinden sevişiyorum – bu bi noktada herkesi aynı kılıyor sanırım. Ama bu yılbaşı coşkusu. OF! Tamam, sevinin mutlu olun falan da o cupcake olayı nedir biri bana açıklasın rica edicem. Koca koca adamlar, kadınlar üstünde boncuklar şekerler olan küçücük şeyler için eğilip bükülüyorlar! Ve olay ne– KEK! Yumurta un şeker filan. İğrenç. Gerçekten hoş değil. Zencefile karşı tutumumu da daha once belirtmiştim.
“Bir de Gargamel vardı – o, kötüydü.” Diyen aptal adama ne kadar kızgınsam bu periyodik cupcake-lover’lara da aynı ölçüde tepkiliyim. Bu konuda bana kızıp önyargılısın diyebilirsiniz. Buna karışamam. Ama maddesel biri olarak ben bile o küçük maddelere o kadar önem vermiyorum.

26 Aralık
Saat 7ye geliyor.Atıl hala uyuyor. Artık iyiyim. Kalkıp dışarı çıkma- nefes alıp sigarama ulaşma arzusundayım. Yavaşça doğruluyorum – Kontrol ediyorum  - Evet – ayakta durabiliyorum (Bu iyi bişey) Ayakkabılarımı arıyorum. Tanrım!Beni ayakkabısız hastaneye getirmiş olamazlar! – ama sanırım yapmışlar. İğrenç hastane terliklerini giyiyorum – ve kendimden iğreniyorum o noktada, ciddiyim. Çantamı görmeye çalışıyorum, ve buluyorum. İçinden sigara paketimi çıkarıyorum. Üzerime de Atıl’ın montunu alıp yavaşça odadan çıkıyorum. O sarı bulanık havadan koşarak uzaklaşmak isterdim ama her adım attığımda sarsılıyorum sanki. O yüzden, ağır ağır – zemini incitmeyen adımlarla ilerliyorum. Labirent gibi hastanede çıkışı biraz zorlanarak da olsa buluyorum ve özgürlük! (iç ses  - buranın soluk söndüren havasına hergün katlanabildikleri için hastane eşrafına sonsuz bir saygım var) Daha yeni sigaramı yakıyorum ki koşarak Atıl geliyor (iç ses : koşabiliyor! Çok kıskandım!) Bana bakıp gülmeye başlıyor. (iç ses: kes şunu pislik!) Ama haklı aslında, üzerimdekilerle rehabilitasyondan kaçan junkylere benziyorum. İğrenç beyaz terlikler, üzerimde haki yeşil bir mont. Altından görünen mavi hastane önlüğü. Elimin üstünde serum zımbırtıları. Dayanamıyorum, ben de gülüyorum. Ne zaman geldin, kim aradı gibilerinden konuşmaya başlıyoruz. Ama o kadar büyük bir hiçlik içindeyim  ki hemen birşeylerle doldurasım var zamanı. Atılın en masum hareketleri bile onu hastane tuvaletinde üzerimde hissetme isteği uyandırıyor bende. Sonunda dayanamıyor zaten –
Beni dinliyor musun sen?” diyor.
Açıkça “Hayır” diyorum. Net.
Gülüyor. “Birazdan çıkıcaz burdan – o kadar da dayanılmaz değil.”
“Seni özledim” diyorum onu hala dinlemediğimin belirtisi olarak. “Beni eve götür”
“Tamam, ama 1 saat daha beklemen lazım” . Aptal – sanki bir tek ben sıkılıyorum. Gereksiz aklıbaşında-kuralcı pozu canımı sıkıyor - belirtmiyorum. Ama o anlıyor tabii ki. İyice yaklaşıp kulağıma fısıldıyor:
“Berbat görünüyorsun.”. Kızdığımı o kadar açık belirtiyorum ki geçen sene aldığım kickbox derslerinin en acı hareketlerinden biriyle verdiğim cevabım karşısında kıvranıyor. (iç ses:  geber pislik!) Yüzündeki damlacık terler biraz acıma hissi uyandırmıyor değil. Ama sadece birazcık. Ve böylece o tuvalete koşuyor, ben de odama dönüyorum.
Prosedürleri hallettikten sonra eve gidiyoruz sonunda. Saat 9.07. Yorgunum biraz, ama Atıldan istediğimi alamayacak kadar değil. Beynim hala bulanık, ama odaksız değil. Biraz da açım, ama dayanılmayacak kadar değil. Ve duşa giriyorum. (tahmin edersiniz ki yalnız değil.)






24 Oca 2011

Ama kim bana zarar vermek ister ki?

Sanırım ölüyorum. Evet ölmek diye bir olgu varsa bu o olmalı. Gözlerimi açamıyorum. Açsam da göremiyorum. Buz gibi uyandim. Ayağa kalkamıyorum. Boğazım çok acıyor. Elimi boğazıma götürmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Kolumu kaldırıyorum ama nereye koyduğumu bilemiyorum. Etraf bok kahvesi. Burnuma yanık kokusu geliyor. Sanki birinin saçı yanıyor. Öylesine iğrenç, pis bir koku. Parmaklarımı oynatmaya çalışıyorum. Başarıyorum ama nereye dokunduğumu hissedemiyorum. Ve tekrar bir gayretle ayağa kalkmaya çalışıyorum. Sakin kalmaya çalışıyorum. Ama tekrar tekrar yığıldığımı hissediyorum. Hissediyorum diyorum çünkü emin değilim. Nerede olduğumun veya ne yaptığımın somut kanıtları yok elimde. Ölmüş olabilirim bile. Beynim uçuşuyor. Yükseldiğimi hissediyorum. Belki de sadece ayağa kalkıyorum. Bilmiyorum! Hiçbirşeyi farkedemiyorum. Bağırıyorum. Ama sesimi duyamıyorum. Bunu bile yapabildiğimden emin değilim. Hafif hafif paniklememi kontrol ederken sakin düşünmeye çalışıyorum. Yardım çağırmalıyım. Evet, kesinlikle en mantıklısı bu * mantıklı diye birşey varsa, kaldıysa. Telefonuma ulaşmalıyım! Ama ben daha boğazıma bile ulaşamıyorum! Galiba ölüyorum. Ah tanrım, ne büyük bir kayıp bu!

Biraz kendime geliyorum. Hafifçe görüşüm açılıyor. Hala evimdeyim – bu hala yaşıyorum anlamına gelebilir bence. Telefonuma ulaşmalıyım. Hatırlıyorum. Dün gece ne yaptım? Telefonum .. Bulabilirim onu evet, çünkü dün gece ne yaptığımı biliyorum. Eve geldim. Telefonu aynanın önüne bıraktım. Hala orada olmalı. Bir gayretle yine kalkmaya çalışıyorum yatağımdan. Bu sefer aynaya ulaşabilecek kadar ayakta kalabiliyorum. Ama tam telefonumu alırken tekrar yığılıyorum. (shit) Tamam. Sakin kalmalıyım. Zor birşey değil – yürümeyi 1 yaşındayken öğrendim ben! Telefon tuşlarında parmaklarımı gezindiriyorum. Tanrım – kör olmamalıyım hayır! Rastgele son arananlara ulaşmayı umarak tuşlara basıyorum. Ve Alinin sesini duyuyorum. Rahatlıyorum biraz. Cümle kurmaya çalışıyorum– “Çabuk ..sdad..bana ..dadetd..gel , veya ambulans çağır birşey yap..!” Ne oldu gibilerinden birşeyler söylüyor sanırım. Ama hatırlamıyorum. Dızzt diye bir ses duyuyorum sadece, ve sessizlik.

Kendime geldiğimde ve ölmediğimden emin olduğumda hastanedeyim. Saat gecenin 4.02si. Kafamı sağa çeviriyorum. Bu bana büyük bir acı veriyor. Koltukta Atıl var. Uyuyor. Su istiyorum. Susadım. Çok. Konuşmak için ağzımı açıyorum ama ses çıkaramıyorum. Elimi oynatabiliyorum ama, düğmeye basıyorum ve şeker suratlı bir kadın geliyor. Su diyorum. Ağzımdan çıkan seslerin “su” ile bir bağdaşması olmasa da kadın beni anlıyor. Susuzluğumu giderdikten sonra o çok malum soruyu soruyorum – NE OLDU! . Kadın anlatıyor. Orta kulakta bir travma yaşadığımdan bahsediyor – uzun tıbbi ve seviyeli kelimelerle anlatıyor olayı. Ama özeti şu. “Denge taşlarım dengesizleşmiş”   - Evet, artık saglik bakanligi onayli bir dengesizim.






Xoxo.

Şimdi tüm sorunlarımızı büyük bir kase çikolatalı dondurma ile unutalım?




24 Aralık :



Sabah kalkıp hemen bir sigara yakıyorum. Çok aptal bir başağrım var! Ah sevgili başağrısı – bana biraz izin ver! Tam kendime bir kahve hazırlıyorum ki, İtalyan tatlısı Paolo da uyanıyor. Sırnaşmasına izin veriyorum başağrımı unutturur ümidiyle. Ama yok – Kafamda birşeyler tepişiyor!  Hazırlanıp çıkıyoruz evden, oldukça kapalı havada güneş gözlüğü takıyorum – Evet yapıyorum bunu! Gözlerimden başağrım anlaşılmasın diye. Hafif bir kahvaltı yapıp Paolo’yu çekim için ofisine bırakıyorum. Ben de ajansa doğru yol alıyorum. Ajanstakilerin nerede olduğumdan haberi yokmuş sanırım ki beni görünce bazı samimiyetsiz bazı gerçek “Hoşgeldin” coşkusuyla karşılıyorlar beni. Sanki ihtiyacım varmış gibi. Hepsine aceleyle cevap verip kendimi odama atıyorum. Masamın üzerinde birikmiş tonlarca davetiye ve fatura var. Kağıt israfını seven bir toplumuz, yapacak birşey yok.  Hemen acele olanlara cevap verip, birkaç imza işini de halledip Taner Beyin yanına gidiyorum. Elimde bir sert americanoyla masasının kenarına oturuyorum ve ayaküstü tartışıyoruz durumu. Sorun şu – İşten çıkarılması gereken birkaç kişi var. Ben bu konuda acımasızım. Gerçekten. İşine saygısı olmayan adamı hiç sevmem. Ve iyi işler çıkarsalar da aptal olabiliyorlar bazı insanlar. Taner Bey ise 1 ay daha deneme süresi tanıyalım diyor bahsi geçen kişiler için. OYsa hiç gereği olmadığının o da farkında. Muhtemelen şu Nehir denen hatunun blow job’ıyla mutlu şu sıra, o yüzden onu işten çıkarmamıza sıcak bakamıyor. (iç ses: seninki kaç cm Taner?)  Tartışmaya devam edemiyorum, başağrım o kadar feci boyutlarda ki. Onun aptal gerekçelerine karşıt cümleler kurmakla beynimi yoramıyorum. (iç ses: Nefes al ve ver , bkz. Ebru Şallı) Tamam diyorum, ama yeni adaylarla görüşmeye başlanılacağı konusunda tavrımı koyuyorum. Yarın görüşürüz diyor ve çıkıyorum odasından. Ofisten alacaklarımı da alıp ayrılıyorum ajanstan.  Daha fazla katlanamıyorum çünkü beynimin sancılarına. Evime giriyorum. Biraz dağınık. Ama yine de benim işte. Ve telefonumu açıyorum. Tahmin edersiniz ki kapalı olduğu 4 gün içerisinde baya arama birikmiş. Çoğu Atıldan. İkinci sırada Pınar var. Son olarak da annem. Sesli mesajında şöyle buyurmuş : “Lola, aç şu aptal telefonunu artık!” E peki diyorum. Açtım – Değişen ne? Benim hala yüzümü kemiren bir başağrım var!

Atıldan gelen mesajları okuyorum. Hepsi tamam, anladım, biraz uzak kalmak veya senin dediğin gibi kalmak en iyisi temalı. Çok zekisin, diyorum içimden( Gerizekalı!) Sen otur bilmemkaçıncı defa “mar adentro” izle diyorum. (Başağrm beni asabi yapıyor, yoksa sinirli değilim Atıla karşı aslında) Ve Pınar. Milyon kez aramış ama tek bir mesajı var – Ve mesaj şu: “Evleniyorum!” Kadın istekli, yapacak bişey yok. Sonunda Cenk’le amacına ulaştı işte. (Böyle isteyip de elde edenleri de çok seviyorum, amaçlarını anlamasam da) Yorum yapmadan geçiyorum onu da. Ve son mesaj, Ali’den. – “İstanbuldasın biliyorum, ara beni hemen!”. (Bu adamın da bu zaman zaman hortlayan manipulatifliğini seviyorum.) Ama geri kalan zamanlardaki bağımlı tavrı kafasında yumurta kırma isteği uyandırıyor bende. Neyse. Sonuç olarak kayda değer birşey yok.  Ali’yi arıyorum, biraz rahatsızım akşam buluşalım diyorum. Saat 9da ...’da buluşmak için sözleşiyoruz. Ve ben Alka-seltzer’ımla huzura kavuşuyorum.


Bunlar da sarki - 
Dead or Alive - Turn around and Count to Ten
Sor


http://www.youtube.com/watch?v=cmm4guwzpGM&feature=player_embedded (ilginc olmus bence)

Xoxo.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...