26 Oca 2011

Hiçliğe uçan küçük kağıt parçasına dönelim.

26 Aralık.

Biraz daha dinlenmeme gerek olmadığını cebren ve hile ile kabul ettiriyorum. Hasta ilgisi bünyeme belli dozdan sonra zarar veriyor -  çirkefleşebiliyorum. Kaçar gibi geldiğim İstanbul’dan yine kaçarak uzaklaşıyorum. Sadece Ali’yi arayıp bir teşekkür ediyorum ve Londraya döneceğimi bildiriyorum – e bu da yeterli sayıda kişiye haber verdiğim anlamına geliyor. Şimdi, Ali’yle görüştüğüm güne dönelim – o dengesizliğimin sağlık bakanlığınca onaylanacağı günün bir öncesine. Soğuk gri ve çamur kokulu İstanbul gecesine. Saat 8buçukta Ali kapımda oluyor – 9da sözleşmiş olmamıza rağmen. Ve kalabalıktan uzak ve rahat konuşabileceğimiz bir kafeye gidip oturuyoruz. Ben bir scotch istiyorum o da turk kahvesi. Hava-su-toprak-ateş muhabbetinden sonra asıl karın ağrısına geliyor sıra. Alinin ısrarlı aramalarının ana sebebine. Diyor ki “Aylinden ayrıldım” (bilmeyenler için – Aylin Atılın kardeşi, 22 yaşında, fotomodel)  Bu durumun benimle bir ilgisi olmadığının ikimiz de farkında olduğumuzdan aceleyle devam ediyor. “Ama, Aylin bu durumun senden kaynaklı olduğunu düşünüyor. Ve İstanbula gelmenin de benden kaynaklı”. Hayretle yüzüne bakıyorum.(iç ses:  yılbaşı coşkusu uğruna çam ağacı süslemeyen yegane mekandayız sanırım. Böyle bir yerin varlığına hep inanmıştım) “Eee, bu durumun benimle bağlantısı ?” diye soruyorum.
“Mesele şu ki, bunu Atılla paylaşacaktır – istemeden sorun yaratmak istemem”.
Ahh ne düşüncelisin (iç ses: işte bu yüzden senden ayrıldım) İnsanların kendi küçük dünyalarında benim hayatıma etki edebileceklerini sanmaları komik. Yok yok, üzücü daha doğru bir sıfat bu durum için. Ya da ‘ ukala’.
“Problem olmaz, merak etme” diyorum sabrımı koruyarak. Rahatlamış görünüyor. Bu muydu yani, bunun için mi telefonumu meşgul etti? 
Şimdi de, Atılla Londraya geçmek için beklediğimiz havaalanının bekleme salonunda 13 dk.dır konuşmadığımız zaman dilimine dönelim tekrar.

“Su ister misin” diye soruyor. Evet anlamında kafamı sallayıp elimdeki dergiyi okumaya devam ediyorum. Sularımızı alıp geri geliyor – biraz daha yakın oturuyor ve elini omzuma atıyor. Ben ise istifimi bozmadan okumaya devam ediyorum. Ve sessizliği bozan taraf yine Atıl : “Ali beni aradığında şaşırdım”. İlgisiz görünerek “Neden” diyorum. Son aranan oydu, işte telefona ulaştım bikbik açıklamalar yapacağımı sanıyorsa büyük bir yanılgı içinde, ama böyle düşündüğünü zannetmiyorum. “Aylinle konuştum, ayrılmışlar. Ve bazı paranoyaları var.—“
Evet* diyerek lafını kesiyorum.”Ali bahsetti”. Suyundan büyük bir yudum alıyor, zorlandığını hissediyorum. Ve bu durumun bana sadistçe bir zevk verdiğini de itiraf etmeliyim. Ama, daha fazla eziyet etmiyorum. “O krizden once Aliyle buluştuk. O zaman anlattı. Yeni bir sevgilisi var bu arada”
Bir yudum daha alıyor plastik şeffaf şişeden. “Kıskanmadım, hayır.”, diyor. Elimdeki dergiyi bırakıyorum. Ve yüzümü ona çevirip “Biliyorum” diyerek öpüyorum.  Bilmemkaç sefer sayılı uçak için anons salonda yankılanırken Ali’nin yeni sevgilisinden bahsettiği o geceye geri gidelim tekrar. “Bunu bir tek sana anlatabilirim, çünkü beni yargılamayacağını biliyorum” diyor Ali. Birşey söylemiyorum, meraklı gözlerle suratına bakıyorum. “Mine – kuzenim olan- ile birşeyler oluyor. O..Çok mutsuzdu. Yani, aptal bir durum ama. Öyle oldu.” Mine – kuzenim – 26 yaşında – EVLİ ve hatta hamile idi 32 gün öncesine kadar. (Talihsizlik – küçük bir kaza geçirmiş) Yargılamıyorum evet, hatta Minenin çırpınışları beni keyiflendiriyor. Lafı uzatmayı sevmiyorum – direk soruyorum. “Benden ne istiyorsun?”
(bkz. - whataya want from me)
Uçağın havalandığı o ana dönelim. Atıl soruyor. “Ne istiyormuş?” Tanrım ne kadar da iyi tanıyor bu adam herkesi. “Küçük bir iyilik” diyorum hafifçe gülerek. “Benden yeni sevgilisini öldürmemi istedi”

Evet, o sarı ışıklı, mor ağırlıklı mekanda Ali benden Mineyi öldürecek birşey yapmamı istiyor: Mine'yle konuşmamı. Bu durumdan ne kadar zevk alacaksam da, reddediyorum. Çünkü ileride başıma gelecekleri görecek kadar zekiyim. Mine, Aliyle her ne pahasına olursa olsun görüşmeye devam edecek. Benim onunla konuşmamı da, Aliyi unutamadığım gibi tam da ona yakışacak zeka özürlü bir algılamayla yorumlayacak. Ve gereksiz başım ağrıyacak. “Saçmalama Ali, 2 gün aramazsan hepsi unutulur zaten” diyorum. Gülüyor.
 “Haklısın” 


       E tabii ki, ben hep haklıyım.

25 Oca 2011

insanlar, kendilerini canavar yerine koymayı çok eğlenceli buluyorlar.

Genelleme yapanları sevmem diyemem. Ama, bu iyi bu ise kötü diye sürekli konuşanlar da en dip listemde yer alır genel**de. Herkesin sevdiğini sevmem, veya yaptığını yapmam da demiyorum. En basitinden sevişiyorum – bu bi noktada herkesi aynı kılıyor sanırım. Ama bu yılbaşı coşkusu. OF! Tamam, sevinin mutlu olun falan da o cupcake olayı nedir biri bana açıklasın rica edicem. Koca koca adamlar, kadınlar üstünde boncuklar şekerler olan küçücük şeyler için eğilip bükülüyorlar! Ve olay ne– KEK! Yumurta un şeker filan. İğrenç. Gerçekten hoş değil. Zencefile karşı tutumumu da daha once belirtmiştim.
“Bir de Gargamel vardı – o, kötüydü.” Diyen aptal adama ne kadar kızgınsam bu periyodik cupcake-lover’lara da aynı ölçüde tepkiliyim. Bu konuda bana kızıp önyargılısın diyebilirsiniz. Buna karışamam. Ama maddesel biri olarak ben bile o küçük maddelere o kadar önem vermiyorum.

26 Aralık
Saat 7ye geliyor.Atıl hala uyuyor. Artık iyiyim. Kalkıp dışarı çıkma- nefes alıp sigarama ulaşma arzusundayım. Yavaşça doğruluyorum – Kontrol ediyorum  - Evet – ayakta durabiliyorum (Bu iyi bişey) Ayakkabılarımı arıyorum. Tanrım!Beni ayakkabısız hastaneye getirmiş olamazlar! – ama sanırım yapmışlar. İğrenç hastane terliklerini giyiyorum – ve kendimden iğreniyorum o noktada, ciddiyim. Çantamı görmeye çalışıyorum, ve buluyorum. İçinden sigara paketimi çıkarıyorum. Üzerime de Atıl’ın montunu alıp yavaşça odadan çıkıyorum. O sarı bulanık havadan koşarak uzaklaşmak isterdim ama her adım attığımda sarsılıyorum sanki. O yüzden, ağır ağır – zemini incitmeyen adımlarla ilerliyorum. Labirent gibi hastanede çıkışı biraz zorlanarak da olsa buluyorum ve özgürlük! (iç ses  - buranın soluk söndüren havasına hergün katlanabildikleri için hastane eşrafına sonsuz bir saygım var) Daha yeni sigaramı yakıyorum ki koşarak Atıl geliyor (iç ses : koşabiliyor! Çok kıskandım!) Bana bakıp gülmeye başlıyor. (iç ses: kes şunu pislik!) Ama haklı aslında, üzerimdekilerle rehabilitasyondan kaçan junkylere benziyorum. İğrenç beyaz terlikler, üzerimde haki yeşil bir mont. Altından görünen mavi hastane önlüğü. Elimin üstünde serum zımbırtıları. Dayanamıyorum, ben de gülüyorum. Ne zaman geldin, kim aradı gibilerinden konuşmaya başlıyoruz. Ama o kadar büyük bir hiçlik içindeyim  ki hemen birşeylerle doldurasım var zamanı. Atılın en masum hareketleri bile onu hastane tuvaletinde üzerimde hissetme isteği uyandırıyor bende. Sonunda dayanamıyor zaten –
Beni dinliyor musun sen?” diyor.
Açıkça “Hayır” diyorum. Net.
Gülüyor. “Birazdan çıkıcaz burdan – o kadar da dayanılmaz değil.”
“Seni özledim” diyorum onu hala dinlemediğimin belirtisi olarak. “Beni eve götür”
“Tamam, ama 1 saat daha beklemen lazım” . Aptal – sanki bir tek ben sıkılıyorum. Gereksiz aklıbaşında-kuralcı pozu canımı sıkıyor - belirtmiyorum. Ama o anlıyor tabii ki. İyice yaklaşıp kulağıma fısıldıyor:
“Berbat görünüyorsun.”. Kızdığımı o kadar açık belirtiyorum ki geçen sene aldığım kickbox derslerinin en acı hareketlerinden biriyle verdiğim cevabım karşısında kıvranıyor. (iç ses:  geber pislik!) Yüzündeki damlacık terler biraz acıma hissi uyandırmıyor değil. Ama sadece birazcık. Ve böylece o tuvalete koşuyor, ben de odama dönüyorum.
Prosedürleri hallettikten sonra eve gidiyoruz sonunda. Saat 9.07. Yorgunum biraz, ama Atıldan istediğimi alamayacak kadar değil. Beynim hala bulanık, ama odaksız değil. Biraz da açım, ama dayanılmayacak kadar değil. Ve duşa giriyorum. (tahmin edersiniz ki yalnız değil.)






24 Oca 2011

Ama kim bana zarar vermek ister ki?

Sanırım ölüyorum. Evet ölmek diye bir olgu varsa bu o olmalı. Gözlerimi açamıyorum. Açsam da göremiyorum. Buz gibi uyandim. Ayağa kalkamıyorum. Boğazım çok acıyor. Elimi boğazıma götürmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Kolumu kaldırıyorum ama nereye koyduğumu bilemiyorum. Etraf bok kahvesi. Burnuma yanık kokusu geliyor. Sanki birinin saçı yanıyor. Öylesine iğrenç, pis bir koku. Parmaklarımı oynatmaya çalışıyorum. Başarıyorum ama nereye dokunduğumu hissedemiyorum. Ve tekrar bir gayretle ayağa kalkmaya çalışıyorum. Sakin kalmaya çalışıyorum. Ama tekrar tekrar yığıldığımı hissediyorum. Hissediyorum diyorum çünkü emin değilim. Nerede olduğumun veya ne yaptığımın somut kanıtları yok elimde. Ölmüş olabilirim bile. Beynim uçuşuyor. Yükseldiğimi hissediyorum. Belki de sadece ayağa kalkıyorum. Bilmiyorum! Hiçbirşeyi farkedemiyorum. Bağırıyorum. Ama sesimi duyamıyorum. Bunu bile yapabildiğimden emin değilim. Hafif hafif paniklememi kontrol ederken sakin düşünmeye çalışıyorum. Yardım çağırmalıyım. Evet, kesinlikle en mantıklısı bu * mantıklı diye birşey varsa, kaldıysa. Telefonuma ulaşmalıyım! Ama ben daha boğazıma bile ulaşamıyorum! Galiba ölüyorum. Ah tanrım, ne büyük bir kayıp bu!

Biraz kendime geliyorum. Hafifçe görüşüm açılıyor. Hala evimdeyim – bu hala yaşıyorum anlamına gelebilir bence. Telefonuma ulaşmalıyım. Hatırlıyorum. Dün gece ne yaptım? Telefonum .. Bulabilirim onu evet, çünkü dün gece ne yaptığımı biliyorum. Eve geldim. Telefonu aynanın önüne bıraktım. Hala orada olmalı. Bir gayretle yine kalkmaya çalışıyorum yatağımdan. Bu sefer aynaya ulaşabilecek kadar ayakta kalabiliyorum. Ama tam telefonumu alırken tekrar yığılıyorum. (shit) Tamam. Sakin kalmalıyım. Zor birşey değil – yürümeyi 1 yaşındayken öğrendim ben! Telefon tuşlarında parmaklarımı gezindiriyorum. Tanrım – kör olmamalıyım hayır! Rastgele son arananlara ulaşmayı umarak tuşlara basıyorum. Ve Alinin sesini duyuyorum. Rahatlıyorum biraz. Cümle kurmaya çalışıyorum– “Çabuk ..sdad..bana ..dadetd..gel , veya ambulans çağır birşey yap..!” Ne oldu gibilerinden birşeyler söylüyor sanırım. Ama hatırlamıyorum. Dızzt diye bir ses duyuyorum sadece, ve sessizlik.

Kendime geldiğimde ve ölmediğimden emin olduğumda hastanedeyim. Saat gecenin 4.02si. Kafamı sağa çeviriyorum. Bu bana büyük bir acı veriyor. Koltukta Atıl var. Uyuyor. Su istiyorum. Susadım. Çok. Konuşmak için ağzımı açıyorum ama ses çıkaramıyorum. Elimi oynatabiliyorum ama, düğmeye basıyorum ve şeker suratlı bir kadın geliyor. Su diyorum. Ağzımdan çıkan seslerin “su” ile bir bağdaşması olmasa da kadın beni anlıyor. Susuzluğumu giderdikten sonra o çok malum soruyu soruyorum – NE OLDU! . Kadın anlatıyor. Orta kulakta bir travma yaşadığımdan bahsediyor – uzun tıbbi ve seviyeli kelimelerle anlatıyor olayı. Ama özeti şu. “Denge taşlarım dengesizleşmiş”   - Evet, artık saglik bakanligi onayli bir dengesizim.






Xoxo.

Şimdi tüm sorunlarımızı büyük bir kase çikolatalı dondurma ile unutalım?




24 Aralık :



Sabah kalkıp hemen bir sigara yakıyorum. Çok aptal bir başağrım var! Ah sevgili başağrısı – bana biraz izin ver! Tam kendime bir kahve hazırlıyorum ki, İtalyan tatlısı Paolo da uyanıyor. Sırnaşmasına izin veriyorum başağrımı unutturur ümidiyle. Ama yok – Kafamda birşeyler tepişiyor!  Hazırlanıp çıkıyoruz evden, oldukça kapalı havada güneş gözlüğü takıyorum – Evet yapıyorum bunu! Gözlerimden başağrım anlaşılmasın diye. Hafif bir kahvaltı yapıp Paolo’yu çekim için ofisine bırakıyorum. Ben de ajansa doğru yol alıyorum. Ajanstakilerin nerede olduğumdan haberi yokmuş sanırım ki beni görünce bazı samimiyetsiz bazı gerçek “Hoşgeldin” coşkusuyla karşılıyorlar beni. Sanki ihtiyacım varmış gibi. Hepsine aceleyle cevap verip kendimi odama atıyorum. Masamın üzerinde birikmiş tonlarca davetiye ve fatura var. Kağıt israfını seven bir toplumuz, yapacak birşey yok.  Hemen acele olanlara cevap verip, birkaç imza işini de halledip Taner Beyin yanına gidiyorum. Elimde bir sert americanoyla masasının kenarına oturuyorum ve ayaküstü tartışıyoruz durumu. Sorun şu – İşten çıkarılması gereken birkaç kişi var. Ben bu konuda acımasızım. Gerçekten. İşine saygısı olmayan adamı hiç sevmem. Ve iyi işler çıkarsalar da aptal olabiliyorlar bazı insanlar. Taner Bey ise 1 ay daha deneme süresi tanıyalım diyor bahsi geçen kişiler için. OYsa hiç gereği olmadığının o da farkında. Muhtemelen şu Nehir denen hatunun blow job’ıyla mutlu şu sıra, o yüzden onu işten çıkarmamıza sıcak bakamıyor. (iç ses: seninki kaç cm Taner?)  Tartışmaya devam edemiyorum, başağrım o kadar feci boyutlarda ki. Onun aptal gerekçelerine karşıt cümleler kurmakla beynimi yoramıyorum. (iç ses: Nefes al ve ver , bkz. Ebru Şallı) Tamam diyorum, ama yeni adaylarla görüşmeye başlanılacağı konusunda tavrımı koyuyorum. Yarın görüşürüz diyor ve çıkıyorum odasından. Ofisten alacaklarımı da alıp ayrılıyorum ajanstan.  Daha fazla katlanamıyorum çünkü beynimin sancılarına. Evime giriyorum. Biraz dağınık. Ama yine de benim işte. Ve telefonumu açıyorum. Tahmin edersiniz ki kapalı olduğu 4 gün içerisinde baya arama birikmiş. Çoğu Atıldan. İkinci sırada Pınar var. Son olarak da annem. Sesli mesajında şöyle buyurmuş : “Lola, aç şu aptal telefonunu artık!” E peki diyorum. Açtım – Değişen ne? Benim hala yüzümü kemiren bir başağrım var!

Atıldan gelen mesajları okuyorum. Hepsi tamam, anladım, biraz uzak kalmak veya senin dediğin gibi kalmak en iyisi temalı. Çok zekisin, diyorum içimden( Gerizekalı!) Sen otur bilmemkaçıncı defa “mar adentro” izle diyorum. (Başağrm beni asabi yapıyor, yoksa sinirli değilim Atıla karşı aslında) Ve Pınar. Milyon kez aramış ama tek bir mesajı var – Ve mesaj şu: “Evleniyorum!” Kadın istekli, yapacak bişey yok. Sonunda Cenk’le amacına ulaştı işte. (Böyle isteyip de elde edenleri de çok seviyorum, amaçlarını anlamasam da) Yorum yapmadan geçiyorum onu da. Ve son mesaj, Ali’den. – “İstanbuldasın biliyorum, ara beni hemen!”. (Bu adamın da bu zaman zaman hortlayan manipulatifliğini seviyorum.) Ama geri kalan zamanlardaki bağımlı tavrı kafasında yumurta kırma isteği uyandırıyor bende. Neyse. Sonuç olarak kayda değer birşey yok.  Ali’yi arıyorum, biraz rahatsızım akşam buluşalım diyorum. Saat 9da ...’da buluşmak için sözleşiyoruz. Ve ben Alka-seltzer’ımla huzura kavuşuyorum.


Bunlar da sarki - 
Dead or Alive - Turn around and Count to Ten
Sor


http://www.youtube.com/watch?v=cmm4guwzpGM&feature=player_embedded (ilginc olmus bence)

Xoxo.

22 Oca 2011

Ne demek istedigini bilmiyorum. O deli!



Birkac seferdir ic bunaltan seylerden bahsediyorum farkindayim. evet, bunalmanizi goruyorum ve arttiriyorum. Ama guvenin bana bu sefer aradiginiz vurdumduymaz duysa da umursamaz Lola'yi bulabilirsiniz. Ya da diger bir ifadeyle: 'The bitch is back!'



23 Aralik:

Bir bakalim nelerimiz varmis? Okunmamis milyonlarca mail, yilbasi tebrik kartlari (su tum samimiyetsizligini uzerine takinmislardan), ama guzel hediyeler de var (mesela bir cift jimmy choo var ki - aman aman). Ve scotch. Ve Lady godiva. Ve Ben-ben-ben! (ic ses: Bu kombinle dunyayi ele gecirebilirim, gercekten) Muzik son ses - Paint it Black.  E o zaman bana hazirlanmak duser artik. Parliament mavisi mini elbise (Guess) - siyah kristal topuklu Louboutin - Lanvin portfoy. Saclar biraz abartili daginik. Yuzuk beyaz opal tastan (TopShop)- Siyah eyeliner ve kiremit rengi ruj da beyaz suratimda yerini aldiktan sonraa :  Lola-definetely ready to go!




Istanbul'a geldigimden beri ilk defa cikiyorum disari. Hakkini vermem lazim- Lacivert puruzsuz gokyuzu, ve yildizlar bu kadar parlakken hem kendime hem de Istanbula hatirlanasi bir gece yasatmamak yazik olur. Telefonum kapali, yeni bir hat aldim sadece bu sira gorusmek istediklerim ulasabilsin diye. (genel hattimin yillik izin zamani gelmisti zaten)  Oglen 3 gibi Mine'yi ariyorum ilk olarak (bilmeyenler icin aciklama: Mine; ic mimar, 26 yasinda, 1.72 boyunda - yesil gozlu - kizil sacli, 8 yasindan beri benimle) 

Emri veriyorum (dedim ya -zaman zaman - manpulatifim): " Gerekli insanlari topla seker - bu gece cok eglenicez" Guluyor - "geri gelmissin" diyor. Gercekten de geldim. Aynada son detaylarimla ugrasirken ve playlistte cikan the Killers - Under the Gun'a bagira bagira eslik ederken tekrar farkettim - bu beni seviyorum. Bu gece ertesini dusunmece yok, birbirine bagimli b.k cuvallarini dusunmek de yok. Kansiz insanlari da hatirima getirmiyorum (Buna Atil da dahil) Taktik yok, plan yok ( ki cok gerek duymam zaten) Hepsini ATTIM. En buyuk problemim corabimin kacmasi olabilir - ki onun icin de tedbirimi aldim. Yapmam gereken sey basit: Nefes al, ve sonra ver.   Saat 8e geliyor. Bir degisiklik yapip Code yerine Armani  Idole seciyorum. Boylece  son eklememi yaptiktan sonra arabama atliyorum. 8i 13 geciyor evden ciktigimda. Hizimi kesmiyorum. Sehir, isiklar, bogaz, supermarketler, guzel insanlar, cirkin insanlar, siyah kapilar, beyaz kapilar, cam kapilar-Hepsi kayarak geciyor. Benim onlari farketmemden cok onlar beni farkediyor. Mekana geldigimde heyecanla karsiliyor kapidaki gay gorevli. 'Ah Lola, nerelerdesin?' - Kibar bir  kahkahayla cevap veriyorum: Sarki: http://www.youtube.com/watch?v=1mB0tP1I-14


Mineyi goruyorum biraz ilerleyince. Gercekten gerekli 7 insani toplamis ve bana dogru geliyor.  Ortami daha fazla bekletmeden tekilayla girisi yapiyoruz. Ben Black Labella devam ediyorum.  ( aksirmiyorum veya tiksirmiyorum, bilginize) Cok iyiyiz. Haddinden fazla. 5 erkek 3 kiz olan grubun yuksek sesten nispeten uzak masasinda eglence 98%. Masa uzerinde kareoke yapanlar, ve hatta strptiz yapanlar var - ciddiyim. Butun bunlar aptal oyunumuzun sonucu. Masadan kalkmak icin bir bedel odeniyor bu gece - herhangi bi sebep ugruna: tuvalet - sigara- seks..her ne olursa!  Ve ilk 1 saat sorun yasanmasa da, zaman ve alkol orani ilerledikce oyun cok daha eglenceli bir hal almaya basliyor. Mesela, saatimiz 2.03u gosterirken lavaboya gitmek isteyen Mine en agir ama en eglenceli bedeli oduyor. - Stripper rolune soyunuyor ( buradaki soyunma sozluk anlaminda .) Ben ise sigara icin bayaa pahali , zaman zaman eglenceli bedeller odedim sadece. Ve, son bedelimi de odemeden masadan kaciyorum. Cunku bir sigara molasindan daha donerken omzumda bir el ile irkiliyorum.( Nefes al- sonra ver) Alkolun de etkisiyle paranoyak bir irkilme yasiyorum aslinda. Ama yogun aksanindan ve boguk sesinden kim oldugunu 1-2 sn gecikmeli de olsa anliyorum: Paolo! (Bkz - Milano, dergi cekimleri - kolunda dovmesi var - 94% seksi) Ve bu sefer beni en sicak, yakin hallerimden birinde yakaliyor. Sonuc olarak,  bizimkilere veda ediyoruz.  Mine'yi de alip , bedel odemeden kalkiyoruz masadan.  Minenin durumu pek ic acici degil isin acikcasi, dunyanin en sirin sarhosu ama kendi kendine hayatini devam ettirebilecek kapasitede degil. Onu evine birakiyorum once, Paolo arabamda bekliyor. Tas merdivenlerden ciktiktan sonra, evinin kapisini acip odasina birakirken Mine'yi, 'Atil nerede' diye soruyor. ( sakin kal - hatirla - Nefes al, sonra ver) Hizlica cevap veriyorum: "ATTIM"

Dondugumde onu bir sigara yakmis ipodumla ugrasirken buluyorum.. Nerede kaldigini soruyorum. Otelinin adini soyluyor. Otelde bekleyen birinin olup olmadigini soruyorum. Guluyor. Ben arabayi calistirirken bilegime bakip, surekli taktigim bilekligimin nerede oldugunu soruyor. Farketmis olmasi  beni keyiflendirmiyor diyemem, bu kesinlikle ikiyuzluluk olur.  Daha da hizlanip evime dogru yola koyuluyorum. Ve bendeyiz artik.  Saat 5. Sesi ilik. Keyifli. Hafif de gizli. Salonum sabirsizlik kokuyor.  Ne derler bilirsiniz, the Italian do it better. (Nefes al - ve ver) Playlistten uygun bir parca seciyorum. Once montunu cikarip atiyorum. Ve sonra da beni kollarina.  








Bu da sarki - 

21 Oca 2011

Honey, we need to talk.


Bazen sadece şunu söylüyorum: "Şunu buraya getirin!"


Corneliani

Ben Brian - yapcak bişey yok.

Canali - gray

Canali - purple

Corneliani - again.

Ve tabii ki Jude Law - Dior Homme
Tabii ki Gucci.

Etro - kahverengi de sevmem aslında.



Gucci vs Gucci.

Henry Cavill - Emin olun bacakları bu hatundan daha seksi.

Bişey demiyorum - fuck forever.

z zegna

Viktor & Rolf - Kırmızı mı? Nasıl  yani.
E hadi günaydın .)


Bunlar da şarkı: (Hem de 2 tane)







18 Oca 2011

Bir tümörüm olsa adını PITIRCIK koyardım.



Neyin icine girdim - ya da neyi iceri aldim - bilmiyorum. Baglanti hatasi dedim. Ama kopmadi bir turlu.. Gozlerim aciyor -acamiyorum.  Ustunde gorunmez zombiler oturuyor. Evet evet! - neden bu aralar gozumu surekli kistigimi veya kirpistirdigimi sorarlarsa cevabim kesinlikle bu - Uzerinde zombiler oturuyor.

Beni bilirsiniz. Kontrol manyagiyim. Manipulatifim - zaman zaman. Topuklu giyebildigim surece de cogu seyi onceden gormeye devam edecegim-ongorecegim kesin.  Ama kisa cumleler bile kuramiyorum bu ara. Tamamen ters bir ice donme oldu. Ice donerken disa donme. Kendini tanimaya calisma - ama zaten yeterince tanidigi icin cevreyi tanima ugrasi. Sevmedigim - elestirdigim isler yapiyorum. Neden*lere boguluyorum. 3sn lik heyecanlara yeniliyorum. Kendimden baskalarina yeniliyorum. Bol bol makarna yiyorum. Hem de soslu filan- soyle feslegeni bol olanlardan. Makarnasiz bir hayat dusunemiyorum. Belli etmiyorum ama bu ara aslinda gucsuz hissediyorum. Ve bunu biri anlayacak diye de odum patliyor. Ondandir kacip Istanbul'a gelmem. Ondandir kendi evime gecenin 3unde hirsiz gibi girmem. Ondandir telefonumu sessizde tutup butun arayanlari gordugum halde cevaplamamam. Kendime geri donmem lazim. Birseyleri yeniden dusunmem lazim. Ama ben makarnasiz bir hayat bile dusunemiyorum - o kadar kisaldim.

20 Aralik

Yaklasik 3 saat havaalaninda hapsolduktan sonra sonunda Istanbula gelmeyi basardim. Gecenin 2sinde buz kesigi havaya adim attim. Hemen bir taksi cevirip, dunyadaki heryerden cok benim olan sehre gelmenin huzuruyla eve geciyorum. Telefonumu acmiyorum - bu problemle sabah ilgilenicem. Taksici amcadan sigara icmek icin izin istiyorum. Zaten muhabbet acmaya gonullu tatli amca bana izin veriyor - ama kendine de(konusma anlaminda) O bana butuun hayat hikayesini, ve 2 dk.da bir ne kadar guvenilir bir taksici oldugunu vurgulayan cumlelerini siralarken ben o yakinda kisirligima sebep olacak dumani icime cekiyorum. Huzurluyum evet. Sevdigim bi duygu degil belki - ozledigim birsey oldugu kesin. Ben birseylerin ters gitmesini ve pesinden kosturmayi seviyorum. Zaten basaracagimi bildigim icin en boktan durumlar karsisinda telassiz kalmayi seviyorum. Kendi icinde sorunlu ama dis islerinde sorunsuz dunyamda yasamayi seviyorum. Huzurda guc yoktur. Huzurda guc kullanmaniza gerek de yoktur. Bu benim tercih edecegim birsey degil. Ama iyi hissettiriyor. Kereviz gibi. Uzaktan sekilsiz ama aslinda o kadar da fena degil.

Ve sonra-

Adamın doğup büyüdüğü ülkede deprem nadirdi- bilinmezdi.ya da bilinmemecesine unutulmuştu. Sarsılmayan bir topraktan daha fazla ürün almak için, atılan her tohumdan her seferinde daha bol daha güçlü tohum almak için uğraşılırdı. Yerdeki sular da, gökteki sular da, insanların istediği ölçüde akar, yağardı. Gerekli görülen yerler – koca koca şehirler, koca koca bölgeler – saydam kubbelerle örtülmüş, sonsuz ılıman sürem içinde yaşatılırdı insanlar, hayvanlar, bitkiler.  Bitkiler büyüdükçe böcekler de büyümüştü zamanla. Bunlarla gerçi, çok uğraşılmıştı. Gene de tüketilememişlerdi; kurutulamamıştı kökleri. Sayıları azaldıkça, boyları büyüyordu..
Bilge Karasu


Bu da sarki- 

17 Oca 2011

Yuce Tanrim - lutfen iki kere ikinin dort etmemesini sagla.


Bana doğruyu söyle diyor. Bağırıyor. Yumruğunu öyle bir sıkıyor ki, bir an kemikleri ince beyaz derisini delip fırlayacak sanıyorum. Ama o bağırmaya devam ediyor. 
Bana-sadece-lanetolası-doğruyu-söyle! 

18 Aralik:

Neden ki diyorum içimden. Dürüstlük madem bu denli önemli, madem bu kadar farkettirecek birşeyleri - onu elde etmek bu kadar kolay mı olmalı? Benim dürüstlüğümü hak etmek icin sen ne yaptin ki, diyorum. yine sessizce. O duymuyor. Çünkü o, benim sakin ve gülümseyen suratıma bakıyor. Beyaz koltuğumda uüerimde mükemmel bir little black dress ile oturuyorum. Sırtı capraz bantlarla kapatilmis bir Dries Van Noten. Her istediğizi yaptirmak için kullanabileceğiniz türden. Ayağımda ise kırmızı deri bir Dior altın rengi topuğuyla - "are you talkin to me" etkisi yaratiıor- hatta bağırıyor!.. Kafamdaki sarsintilardan tek bir zerre anlamak mumkun degil yuzumdeki ifadeden. Doğruca gözünün içine bakıyorum. (aynı Paşa Dedemin öğrettiği gibi.) O kadar dürüst görünüyorum ki, ben dahi tam karşımdaki duvarda asılı duran aynadaki kendime inanıyorum.  Duymak istemediğin şeyleri duymak için çabalamak ne büyük bir insani celişki değil mi, diye düşünüyorum onu izlerken.  Durmakssızın eşanlamlı kelimelerin yerlerini degiştirerek farklı cümleler üreten Atil:
Bana doğruyu soyle
Soyle dedim doğruyu soyle
Gerceği soyler misin bana…vb



Kafasinda kurduklarinı bana doğrulatma ugraşı midemi bulandırıyor. Neden bahsettiği hakkında da en ufak bir fikrim yok. Benim takıldığım noktalar ayrı .Odam renksiz. Renkleri kediler yemiş. Odam hiç bu kadar renksiz olmamıştı. Tek renk benmişim gibi hissediyorum. Tek renk ayağımdaki kiımızı Diorlar. Herşey ustu alelacele tozla örtülmüş gibi duruyor. Herşey sanki ölesiye sıkılmış. Havasız kalmış.

Elimi havaya kaldırmamla susuyor. Nefesi hızlı Sesli nefes alıyor. Ama konuşmuyor artık (e nihayet)! "Şşşt" diyorum yine de sessizliğinden emin olmak için, elimle evrensel dilde 'DUR' işareti yaparken. Sağ bacağımın üzerine yerleştirdiğim sol bacağımı da yerle buluşturup ayağa kalkıyorum. Içeriden kimsenin gelip gelmediğini kontrol etmek için kapıdan doğru salona goz atıyorum. (evimdeyiz, küçük bir parti var) Pınarla gözgöze geliyorum, herşey yolunda anlamında göz kırpıp tekrar Atılın yanına dönüyorum. Boş bıraktığım koltukta şimdi o oturuyor. Kapıyı kapatıp, yarı kilitliyorum. Atıl bana bakmamakta direniyor. (nedeni belli) Ağır adımlarla yanına gidip kafasını kendime çeviriyorum ve tek kişilik koltukta yanına ilişiyorum. Artık nefesinin hızlanması sinir veya meraktan değil, tamamen benden kaynaklı.  Parfümümün üzerime iyice sinmiş etkisini de küçümsememek lazım bu noktada. Onu resmen kapana kıstırdım. 
'Evet' diyorum, 'söyle, ne doğrusundan bahsediyorsun?'.  
 Tereddüt ediyor. Boynumla dudakları arasında 4 -5 cm var. (boyun, Atıl'in en zayif noktası) Tartışmaya devam edebilir, veya bana yenik düşebilir. Kolay vazgeçmiyor. Ama Atılı tanıyorum. Birakacaktir. Ve Birakiyor da. Burnunun sesini dinliyor. Burberry Brit'e karşı zaafı oldugu da tarafimca kanıtlanmış bir gerçek. Bir eliyle sol elimi kavrayip beni kendine doğru daha da çekerken (bu ne kadar mümkünse artık) diğer eliyle sırtımdaki boşluklarda geziniyor. Ve keskin bir hareketle koltuktan yere doğru hamle yapıyor- kulağıma da 'senden nefret ediyorum' diye fiısıldıyor. Gülüyorum.  'Bunun doğru olmadığını ikimiz de biliyoruz' diyorum. Çarpık gülümsemesi yüzüne yayılıyor ve daha da sert oynamaya başlıyor. Dudağımı dudağına öyle bir hapsediyor ki ağırlığından nefessiz kalıyorum. Ama kolay vazgeçmem biliyorsunuz, bu sefer hamle sırası ben de. Gomleğıni sıyırırken tırnaklarımı öyle bir hissettiriyorum ki belinde, gözlerinin yaşardığına yemin edebilirim. Bu sefer de ben gülümsüyorum. "aptal!' diyor, ' senden nefret ediyorum!'.  Sinirleniyorum artık. Herşeyin ağırlığını üstümde hissettirmesine katlanamıyorum artık. Ve o hiç sözkonusu  yapmadığımız, üzerine hiç konuşmadığımız lanet günün, sürekli mideme ağrılar saplatan sinirli çocuğunu doğuruyorum o anda: ' Bunu sen başlattin' diyorum - ve var gücümle onu itiyorum. Sırılsıklam - Savunmasız - sırtını yatağıma yaslamış, sözde bir şok ifadesiyle bana bakıyor. "Neyi ben başlattım?' diyor.
(Adım gibi eminim ki 3 maymunu oynuyor.. Ama ben yine de devam ediyorum. Çünkü o da bunu istiyor - ve istekleri yerine getirmede cömert bir günümdeyim)

'Bu gerceği soyletme safsatasını! Biz zaten kartlarımızı açık oynuyorduk gerizekalı! Kalkıp yediğin boklar yüzünden benim şu son 2 günümü -tekrar- zehir etmen affedilemez! Kalkıp bana o kliniktekileri seni affetmem veya anlamam için göstermen sacmalığın daniskası! Ben sana hiçbir zaman beni aldatma, bana herşeyi söyle demedim!'

Susuyor.. 

Ben yine devam ediyorum. 

'Sen beni ciddi ciddi tanıyorsun - ve lanet olsun ki ben de seni. Ne haltlar kariıştırdın bilmiyorum. Umrumda da değil. Sıkıldın belki ve bitirmek istedin - kabul, makul. Ama istemediğim halde kalkıp açıklamalar yapıyorsun. Üstüne üstlük hastalığını bahane ediyorsun - suçlu hissetmeme sebep oluyorsun. (ki başaramıyorsun) Her boku yiyen sen olduğun halde SEN sindiremiyorsun - bunun bile sorumlulugunu tek başına kaldıramıyorsun - buna bile beni dahil ediyorsun. Ve bunun sonunda da SEN*  benden nefret ediyorsun ha?'

(Belki onun hakkındaki düşüncelerim bunlar değil ama, olay karşısındaki düşüncelerim kesinlikle böyle)

Susuyor. Artık ben de susuyorum. Yarısı içilmiş scotch'tan bir yudum alıyorum ve sigara yakıyorum. Kalkıp pencereyi açıyorum. Hava soğuk. Perdeler buzlanıyor. Titriyorlar. O ise hala susuyor. (iç ses: Çekip gitse ya! Gozumde daha fazla Atıl'lığıını yitirmeden.) Dümdüz bir herif işte. Birşeyleri birşeylerle kapatmaya calışan cinsten. Sümsük.  Yenik. Benim tanıdığım Atılla alakası olmayan bir beyni var şu an arkamdaki adamın. Süreksiz. Gereksiz birşeyler peşinde. Aptallığının farkında olacak kadar zeki. ama zekasının sorumluluğınu taşıyamayacak kadar aptal. Odam hala renksiz. Birazcık turunculuk geldi sanki ama yeterli değil. Ben ise. Tabii ya, ya ben? Ben de bu adamın zekasına inanıp aptalliığıyla yaşayan zavalliyım sanırım.(Biraz ağır oldu, kesinlikle kendimden özür diliyorum. Ama iş ben*i eleştirmeye gelince, en acımasız olanımız yine ben* oluyor sanki)    Kafamda iyice küçültürken Atıl'ı, omuzlarımdan tutuyor. Elleri sıcak. Yüzü ifadesiz. (itiraf edeyim birsey soylesin ve tekrar buyutsun kendini istiyorum)

'Tamam, haklısın. Hastalığımın bu ayrılma meselesinde hiç etkisi olmadığı doğru değil,  ama asıl olay bu değildi. Bilmiyorum. Biraz canını yakmak istedim diyelim'
' Peki.' (iç ses: işte aradığım dengesizlik, sorgusuzluk!) 
Beklediği 'neden' sorusunu sormadığım için afallıyor. Ama çabuk toparlıyor. Sormuyorum, çünkü artık1 gr umrumda degil. 
' Amaşimdi doğruyu söyle - Piérre?'
' Ne demek Piérre?'
' İstediğin gibi seviş, umrumda olmaz biliyorsun ama- Seviyor musun?'
'Hayır'
'Ben de Selen'i sevmiyorum'

Selen - sekreter bitch! 

Hicbirşey söylemiyorum.  Sadece benden daha iyi mi merak ediyorum, o orta sınıf genli sürtüğün benden iyi performansa sahip olması beni öldürebilir.  Atıl'ın Pierre'i duyduğunda tepkisiz kalması gibii ben de tepkisizliğimi koruyorum. Ve soruyorum - 'Benden iyi mi?'

Duruyor. Gozlerinde zafer + istek karışımı parıltılar var. Biraz da nemli. Önce hafif bir kahkaha atıyor ve 'Hayır tabii ki' diyor gülerek. Ben de gülüyorum.

Ve sonra, out of nowhere sıkıca sarılıyor ( bkz. şefkat veya anlamsızlık)
'Özur dilerim' diyor yüzünü yüzüme yaklaştırıp. 'Çok özür dilerim' - o piç günle ilgili ilk kez özür diliyor. (Daha fazla karşı koymuyorum ben de. Geceyi ziyan etmek hoş olmaz ;)





Placebo - Protege Moi:






Yagmur basliyor. Kucuk balkona cikip suya atiyoruz kendimizi.





xoxo sekerler .)

14 Oca 2011

Ortalık böyle karışmışken o kahkahayı atmasaydık, kurtulabilirdik.



Vıcık vıcık sokakta ıslaklığı şaplatarak yürüyorum – ve evet (belki de yıllar sonra - buraya dikkat- gerçekten) ağlıyorum. Bunu yapmaya hakkı olduğunu sanmıyorum. Tamam herkes istediğini yapabilir – ama herşeyi isteyebileceğini söylemedim kimseye. Yoo, bu konuda kesinlikle bir açıklama yapmadım—


Londraya döner dönmez bir karmaşadır gidiyor. İşler yoğun. Beyinler yoğun. Ellerim yoğun. Saç tellerim yoğun. Bir ağırlık var. Bir yavaşlık var. En hızlı olması gereken zamanda kaplumbağa karşısındaki aptal tavşan hızında sanki her şey. 5 ileri 9 geri. Sürekli bir geriye bakma peşinde. Birileri. Birtakım gerileri. Ve ben. Ben de bakıyorum. Birşey gördüğümden değil – sadece çoğunluğa uyuyorum. Beynim yorgun. Fazlasını yapmak istemiyor. Çok yoğun birkaç günün ardından artık iyice hızlanan 2011 yavşaklıkları doldurmuş etrafı. Her yer zencefil kokuyor. Midemi bulandırıyor. Nefretim artıyor. Neden diyor alakasız biri? Tabii ya – neden? Nedensiz bir saniyemiz geçiyor mu acaba? Bu soruyu NEDEN* bu kadar çok kullanıyoruz? Şekilciliğimizin farkında mıyız? Ya da sebepselciliğimizin? Birşeyleri birşeylere bağlandırma isteğimizin? Birbirinden alakasız kum torbaları olduğumuzu idrak edebilecek miyiz bir gün acaba? Siz yerine sen demek kolayken biz yerine ben diyemeyenlerin elindeyiz. Telefonumdaki mesaj da tam buna uygun – Atıldan geliyor bu parça: “işin bittiğinde seni bekliyor olacağız”—sen ve lanet olası siz*lerin” diyorum içimden. Sadece içimden ama . Sessizce.

(noisettes - when you were young : http://www.youtube.com/watch?v=y7ALhSdNIdU&feature=related
)
Dün sabah geldim milanodan. Ne kadar eğlendiğimi anlatmayacağım- siz tahmin yürütebilirsiniz zaten. Atılla ancak bugün görüşebiliyoruz. Saat 4 gibi ofisten çıktığımda kapıda bekliyor zira. Yürüyerek gelmiş sanırım, çünkü taksiyle devam ediyoruz. Sadece öpüyor – hiç konuşmuyor. (yine beni halka açık bir mekanda terkedicek sanırım) Bir rezidans tarzı binanın önünde duruyoruz. Taksiden alelacele inip o abartılı kibarlığıyla kapımı açıyor. Ve konuşuyor. “ Birazdan göreceklerinden ben sorumlu değilim” (Bu sefer önümde intihar edecek hissine kapılıyorum – nasıl kurtarabilirim ki? Benim 3 katım..) İçeri giriyoruz. Bembeyaz binanın kiremit renkli kapısını açan siyah kemik gözlüklü 1.60 boylarındaki, default olarak gülümseyen görevli kadına selam vererek. Nereye geldiğimize dair hiçbir bilgim yok. Hiçbir tabela veya resim de yok zaten uzun giriş koridorunda. Sadee aydınlık – ferah koku ve bolca yeşil+beyaz var. Sonunda lobiye ulaştığımızda binlerce varmış gibi görünen kapılardan biri açılıyor ve uzun boylu, soluk tenli tipik bir İngiliz asilzadesi beyaz önlüğüyle bizi karşılıyor. “Hoşgeldin Atıl” diyor gayet samimi bir ifadeyle. Atıl da tatlı bir gülümsemeyle karşılık verip beni işaret ederek “Lola, bahsetmiştim” diyor. Adamın yüzünde bir anlık “Ah zavallı” ifadesi gördüğüme adım gibi eminim. (Burası kesinlikle bir şizofren kliniği olmalı) Yüksek tavanlı bir holden geçerek doktor olduğunu tahmin ettiğim asilzadenin abartısız odasına geliyoruz. Ve adam konuşmaya başlıyor. “Lola – Size isminizle hitap edebilirim değil mi?” diyor. Ben de tabii ki diyorum biraz afallamış bir halde. (tamam tamam, baya afallamış halde) Atıl sadece hafif bir gülümsemeyle bakmakla yetiniyor. Lafa karışmıyor – veya açıklama yapmıyor. Sadece adam bana binayı gezmemizi önerdiğinde elimi tutuyor. Belli belirsiz “yanındayım” dediğini işitiyorum. Ama sanki hiç konuşmamış gibi o ifadesiz gülümsemesini görüyorum yüzüne baktığımda. Önce 3. kata çıkıyoruz . Adam bize özel steril önlükler veriyor ve galoş tarzı birer çift ayakkabı uzatıyor. Neler oluyor dercesine Atıl’a dönüyorum – ama o çoktan önlüğü giymeye başlamış bile.Ve bir koridordan daha geçerken bakmam gereken yerin önüm değil sağ-solumdaki camekanlar olduğunu fark ediyorum. Maskeler – Saçlar – Dökülmüş – Sarı – Soluk – Cansız. Onlarca insan. Yatıyorlar. Uyumuyorlar ama yatıyorlar. Yanlarında bembeyaz önlüklü, gerçekten özenle seçilmiş güzellikte hemşireler var. Ama onlar bu ayrıntıya dikkat etmiyor. Çünkü kendi kemikleri daha ilginç – derilerinden çıkmak istermiş gibi duran. Veya şişkin elleri. Stereoidlerden renkleri değişmiş tırnakları. Ve mükemmel ferah bir okyanus kokusuyla bastırılmış hastalıkları. Burası ilk aşama diyor Adam. O kadar ruhsuz ki konuşurken. Benim duygusuzluğum bile ürküyor sesinden. Girişteki canayakın hali yok – koku onu da bastırıyor sanki. İstemsiz sıkıyorum Atılın hala tuttuğu elimi. O karşılık vermiyor. Çünkü asansöre yöneliyoruz, ve birkaç kat daha çıkıyoruz. 6. kattayız şimdi. Burası yine günışığıyla aydınlatılmış bir koridor. Bir sürü odaya açılıyor. Her odada bu sefer daha sarı, daha yorgun suratlar var. Bibibip sesleri de duyuorum odalardan gelen. Anlamsız. Terbiyesiz. Rahatsız edici bir ses bu. Ama birilerinin sorunsuz olduğunu anlatıyor. Çıldırmış olmalılar! Adam bu katı bir anlamda ara seviye olarak adlandırdıklarını söylüyor – “buradaki hastalar ya iyi bir gelişme izleyip 3. kata dönerler, ya da” diyor. Ve yine o “ Ah zavallı kız” bakışıyla gözümün içine bakıyor. Ama hemen o duygusuzluğuna geri dönerek makinalardan, kemoterapi sonrası dönemden radyoterapinin ne aşamada bu hastalarda uygulanabileceğinden bahsediyor. Sanki 1 gr umrumdaymış gibi. Sanki aptal bilgilerine ihtiyacım varmış- ve hatta tüm bunları görmeye ihtiyacım varmış gibi. Atıla bakıyorum tekrar- beni buradan kurtarması umuduyla. Ama pislik herif hiçbir tepki vermiyor. Yalnızca obsesif halde serumları – iğneleri inceliyor. Birini gösterip bu iğnenin bir kanser hastası için nasıl ölümcül olabileceğini söylüyor. Artık tepkisizleşme sırası bende. Beynim sararıyor. Beynimi fareler yiyor. Ama kimsenin umrunda değil!

Ve bununla da kalmayıp bir 4 kat daha ilerliyoruz. Burası binanın en üst katı. Tavan tamamıyla camla kaplı. Özel süzmelerle katın içerisi ışıklandırılmış. Sadece güneş ışığı ve aynalar. Ve 4 tane oda. Sarı denemez artık. Mavi. Renksiz belki de. Gözsüz. Nefessiz. Şişkin. Çıplak. Yine anlamsız sesler. Yüzbinlerce sıvı. Beyaz-şeffaf-sarı. İdrar torbaları. Kokusuz hastalık kokusu. Belki de artık ölüm kokusu. Kanım donuyor. Bu insanların acı çekmemesi mümkün olabilir mi? Morfin onların korkularını da uyuşutuyor mudur? Bu vitrin – ışıklar – çiçekler- onların sarılıklarını,kansızlıklarını bastırıyor mudur? Kimse onlara o soluk pompasına bağlı yaşamak isteyip istmediklerini sormuş mu? Kansızlar. Kanları yok. Kanlarını böcekler yemiş. Bu toz geçirmez-ses geçirmez-fakirlik geçirmez camekanların içinde nefes aldırılıyorlar. Adam konuşuyor. Burası kod sarı diyor. Burası en uç. Kurtulabilirler – ama bu yıllar sürer. Ve sonuç garanti değil diyor.Ne demek istiyorsun dercesine bakıyorum suratına. Atıl elimi sıkıyor tekrar. (Yok canım, Atıldan bahsediyor olamaz) Atıla dönüyorum. Hala ifadesiz. Adam bizi orada bırakıyor. Çıkalım diyorum. Koşarak uzaklaşasım var. Ama Atılın beni hareket ettirmesi gerekiyor. Ayaklarım çakılı. Sarardım. Beynim kırmızı. Beynimi fareler kemiriyor.
Adama teşekkür ediyor, kapıdaki görevliye de tatlı bir selam verip çıkıyoruz. Konuşmuyorum. Atıl oturup bişeyler içelim diyor. Olur diyorum. Aptal bir yağmur başlıyor. Lanet olsun. Bugün yağmura tahammülsüzüm. Atıl oturuyor – ben seni hep hastalığımla aldatıcam diyor. “O gün(beni terkettiği piç günden bahsediyor) aklımda hep bunlar vardı. Bazen zorlanıyorum. Nefessiz kalıyorum. Sararıyorum. Sen farketmiyorsun ama. Böyle.” Hiçbişey demiyorum. Demek istemiyorum. Beynimi sorular kemiriyor. Sormuyorum. Saçmaladığını hissediyorum – inanmıyorum. Sadece kendi bokunu temizlemek için bana böyle boktan 2 saat yaşattığına inanıyorum. Diğer sebepleri kabul etmiyorum. Ama ona da birşey söylemeden kalkıyorum. Yarın ararım deyip aptal yağmurun altına atıyorum kendimi. Vıcık vıcık sokakta bir de yanımdan geçen arabanın sıçrattığı su kütlesine maruz kalıyorum. Beynimi sinirler kemiriyor. Ve ben ne yapacağımı bilmiyorum...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...