30 Ara 2010

Ateş ediyorum, ama zararsızım.

Herkesin sosyalist, komunist ve ateist oldugu bir yerde Tanriya inanmiyorum demenin bir anlami olmuyor degil mi? Su aralar kiminle konussam ya en koyu devrimci, ya en atesli sosyalist, ya da en aktivist inancsiz. Kopya toplumuyuz diyorum inanmiyorsunuz. Ben dahil hepimiz birseylerin kopyasinin kopyasinin kopyasiyiz. Benim farkim bunun farkinda olmam. Farkinda olamayanlar icin gercekten cok uzuluyorum. Ama kendilerine ait olmayan bu dusuncelere sapkinlik derecesinde bagli olmalari da hayranlik uyandirmiyor degil. Dusunsenize! Bu adamlara herseyinizi emanet edebilirsiniz! Varolmayan bir emanete bile boylesine sahip ciktiklarina gore! Hepsi tutturmus bir dunya gorusu, hayat cizgisi diye. YOK oyle birsey - siz guvenin bana. Birileri bizim yerimize dusunuyor - hic yormayin kafanizi. Free olun, pentinizi gosterin. Gerisini bosverin.

(dinle - Womanizer - ustalara saygı .)










3 Aralik:


Yatagimin ustunde dizlerimi gogsume dogru cekip kollarimi da onlarin etrafina dolamis vaziyette sanirim 2 saattir oturuyorum. Bombos bakiyorum oylece. Pinar 93. defa birseye ihtiyacim olup olmadigini soruyor. YOK! Hersey elimin altinda/ Hatta fazlasi. Cikarmam lazim bazilarini belki. Yerlerine baska seyler koymam lazim belki de. Dusunuyorum - dusunuyorum. Ama sonra yarin Milanoya gececegim geliyor aklima. Rahatliyorum. Gitmeden soyle guzel bir kavgayla desarj mi olsam diyorum. Ve elim telefona gidiyor Atilii aramak icin. Ama sonra vazgeciyorum. Huzurlu bir aksam yemegi de yeterli olabilir. Planlarda degisiklik yapmazsam daha iyi. Kalkip kucuk bavulumu cikariyorum. 5 gun kadar kalip geri donucem Londra'ya. Orada yapacagim alis-verisi de dusunursek yanima fazla birseyler almama gerek yok. Vazgecilmez bir iki seyimi koyup gerisini sonra halletmek uzere kapatiyorum bavulu. Sonra da soguk bir dus almaya karar veriyorum. Ama once muzigin sesini sonuna kadar aciyorum - ve iceriden Pinar bagiriyor? "that's my girl!"



Aksam Atildayim. Kendi elleriyle hazirladigi super bir biftek, bol renkli salata ve 1963 bir ev yapimi sarap. (neredeyse hersey 100% el yapimi - ilk gorusmemizdeki gibi) Arkada da hafif fon muzigi var. Saat 8de bulusacaktik sozde ama ben 7de kapisinda oluyorum. Biraz ozledim, biraz da sebepsiz bir acelecilik var bugun uzerimde.  Simsiyah karsiliyor beni - Siyah bir T-shirt, siyah ceket ve siyah jeans. (hepsi Fred Perry) Bende de siyahlar hakim: Siyah deri tayt ve gumus ince bir triko.  Ikimizin uyumuna evindeki renkler de katilmis durumda. Sade dairesinde siyah, beyaz ve sari hakim. Oldukca genis bir salonu cektigi fotograflarla dolu.  Odasinda ise sadece kendi cizimleri ve bir tane de yarim kalmis portre var. Devam ettigini soyluyor ama bir iki noktadan baska ilerleme goremiyorum ben.  (ki farkedebilenlerdenim) Erken geldigim icin yardim ediyorum yemegi hazirlamasina. Ceviz masaya ozenle yerlestiriyor herseyi. Sonra ben duvara yaslanmis onun servisleri hazirlamasini seyrederken bu adamin hayatimda olmasini sevdigimi farkediyorum. Ve gidip elindeki salata tabagini masaya koyuyor, buyuk bir opucuk veriyorum. "Bu da neydi simdi" demiyor o da, belime sarilip eslik ediyor. O kadar siki kavriyor ki hatta, zor nefes alabiliyorum. Elim sirtinda gezinirken - "geri gelmissin seker" diyor.  (bkz. carpik gulumseme veya beyin okuma) Bugun o sevmedigim korumaci-tutuk tavri yok, daha istedigim gibi - daha Atil gibi- daha ben gibi.  Yemege oturuyoruz, "Pinar nasil" diyor - sanki konusacak baska konumuz yokmus gibi. "Iyi, selami vardi" diyorum. Sonra Milanoya gitmemin gerekliligini tartisiyor, bir uygun zamanda yanima gelecegini soyluyor. (ic ses: sanki yine cok zorluyor- 5 dk. onceki haline donse ya)  Sesimi duymuscasina birakiyor bunlari ve daha heyecanli seylerden bahsetmeye basliyor. Icimden artik su Pierre durumunu da soyleyeyim gitsin diyorum. Eski Atil olsa cekinmeden soylerdim- hatta Pierre'in performansini bile tartisabilirdik. Ama su an emin degilim. Erteliyorum bu sebepten. Bu gece daha duzeyli ve sakin bir yemek gecirmeyi planliyorum. Midem " artik kes sunu" diyor ve ben de yemegi birakip sarabimi da alip muzigi degistirmek icin harekete geciyorum. Daha agresif, daha muzip birseyler gerektiriyor su anki ortam zira. Cunku ben birsey soylemesem de Atilin Pierre'den muhabbet acmasi, planlarda degisiklige neden oluyor. Ortama uygun bir sekilde, Killers - Mr. Brightside aciyorum, masaya donup sag kolumu boynuna doluyorum. Sol elimle de onun elini tutuyorum. Ve kulagina fisildiyorum - " Pierre bu isi iyi biliyor, seker"  (genlerimin kolay unutmadigini soylemistim - ve  Point for Lola)

Evet, bu ulkeyi hep sevecegiz.


Yardima ihtiyacin var mi, diye bagiriyorum. " Yok, sanirim, sen bilirsin" diyor Pinar eve yerlesmeye calisirken. (Benimle kalacak 2 hafta kadar) Hic ugrasamam oyleyse, bana minnet duyacak birilerine ihtiyacim var bugun. Niyeyse bu aclikla uyandim. Garip bi his. Ama doyurulmasi lazim acilen. "O zaman cikiyorum tatlim" diyip yedek anahtarlarin masanin ustunde oldugunu tekrarliyorum. Sonra da kapiyi SAK kapatip cikiyorum. Saat 11e geliyor. Telefonum caliyor. Atil. Ogle arasinda bulusacaktik sozde. Ama bugun hic goresim yok. Farkli bir acligim var dedim ya, Atilla doyuramam onu. Zaten bu sozde return sonunda degisti birseyler. Ozde ayni, hala ayni zeki eglenceli adam. Ama bu sefer bir seyleri koruma cabasini cok acik hissettiriyor bana. Fazla tarcinli gibi, kokusu burnumu yakiyor.  Neyin korkusu, veya neyin telasi bilmiyorum. Cunku Atilin bir asama oldugunu iddia ettigi, benimse cok acik bir cikis yolu olarak algiladigim "terkedilmem" hakkinda hic konusmadik. Nedendi, nereden cikmisti veya neden bu kadar cabuk yanlisligi (Atilca) kanitlanmisti - bilmiyorum. Baska kadin miydi, heyecan arayisi miydi, ya da kotu adamlarca benden ayrilmasi konusunda tehditler mi aliyordu - onu da bilmiyorum.  Tek bildigim, artik ona eskisi gibi bakamadigim. Ve bu ayakkabilarin canimi acittigi. ( dinle - Bjork - ive seen it all)

Nefesi hizlaniyor. Soluk parmaklari kasiklarimda dolasirken "seni ozlemisim" diye fisildiyor. "Ben de" dedigimde daha da hissediyorum bedeninin agirligini  ve arkamdaki soguk duvari. Duvarin puruzsuzlugu hayret verici aslinda, ancak bu konuyla fazla ilgilenmiyorum.  Ben T-shirtunu cikariyorum, o ise beni kanepeye tasiyor. "Toplantin yok muydu" diyorum o degerli Louboutinlerimi bir koseye firlatirken. "Son dakika iptalleri hep canimi skmistir, ama bu sefer degil" diyor gulerek. Dilim diliyle bogusurken bacaklarimi beline doluyorum refleksi bir hareketle. O ise bu iyiligime daha guzel bir hareketle tesekkur ediyor.  Bir yeniyetme bakire gibi bagirmamak icin kirmizi kanepeye iyice gomulmus kolumu kaldirip, parmaklarimi agzima tikiyorum: ve ciliz bir "ah" disinda sesimi kesmeyi basariyorum.   ve sonra, keskin kokusu tekrar yuzume yaklasiyor. (issey miyake) Gulumsuyorum ve top 10 french kiss'lerden biri icin tekrar dudagima yapisiyor. Bir an gulerek "ya temizlikcin falan bir anda iceri dalarsa" diyorum. Goguslerimle ilgilenmeyi birakip "o zaman daha da egleniriz" diyor.  Ve dansa devam ediyoruz. Kafasini geri atip o mukemmel aksaniyla "c'est la vie" dediginde bana minnettar oldugunu biliyorum. Zira dus almak icin ayaga kalktigimda "tatlim resmen hayatimi kurtardin" diyor.  

Bu kurtarmayla ilgili - oglen,  ona onemli bir is  yemeginde esi( kari-koca durumundaki esten bahsediyorum) olarak es'lik ettim , bunun sadece bir rol oldugu ve yemek sonunda bitecegi yonundeydi gorusler. Piérre'in evine gelmek kesinlikle planlarim dahilinde degildi - ama birilerinin kahramani olmak icin elimden geleni yaptim diyelim.




Diger bir ifadeyle -   
 Simdi isler degisti… + 

(bkz. Kucuk sirlar Aysegul: "Merak etme sekerim, GERI GELDIM")

29 Ara 2010

Oysa fotoğrafı çöpe atmaktan fazlasıyla memnun olmuştum.

Denedim. Deniyorum. Ama olmayınca olmuyor bazen. Ne büyük laflar, ne tutku, ne chemical x, ne de başka birşey. Trink! Bitiyor. Yok oluyor. Unutuluyor. Üzücü belki, trajik değil ama. Siz hiç bacağını kaybeden bir yazarın trajik haber olduğunu duydunuz mu? duyamazsınız. Çünkü olmaz. Bu haberin trajik olması için yazarın ya elini, ya da beynini kaybetmesi lazımdır. Bunun dışındaki kayıpları yalnızca talihsizliktir- trajik değil..








30 Kasım:

Siyah deri montuma yapışmış yeşil sakızı çıkarmaya çalışarak yürüyorum.  Aptal şey, inat ediyor. Kimin olduğuna dair bir fikrim de yok. Bu hiç de güne başlamak mükemmel bir ortam değil. Eminim o nemrut suratlı Angelique’in işi. Gece boyu konuşup durdu kevaşe. Beynimi sikti de denebilir. (Bkz. Geveze, boş laf veya safsata)  Ondan başkasına yakışmaz bu sakız. Köşedeki coffee-shopta mola verip bir americano alıyorum,  ilk yudumumu alır almaz da sigaramı yakıyorum. (Zehirlenmek benim yaşam biçimim, ama inanın bu da bana yakışıyor)

Bugün Londrada güneş var. Çok hafif de olsa - var. Hava da alay edercesine dondurucu.Ben tabii ki ince giyinmeye devam ediyorum, kat kat lahana gibi gezenlerden olmadım zaten hiç. Belli ısı yetiyor bana.  Neyse, biraz titreyerek oturuyorum ve bacak bacak üstüne atıyorum. Pınar’ı beklemeye koyuluyorum.  Yolda aldığım gazeteyi açıyorum ve ipodumu son sese getirip etraftan tamamen soyutlanıyorum: (bkz: dinle- everyday i love you less and less)
Bir süre sonra omzumdaki elin soğukluğuyla irkiliyorum. Soğuk elin sahibi, sağ kulaklığımı çıkarıyor ve “günaydın şeker” diyor. (Evet tahmin ettiğiniz gibi Pınar değil, Atıl) Ve yanlış anlaşılma olmasın, ona geri dönmüş değilim. Haute-couture genlerim kolay affeden cinsten değil- böylesi hiç de eğlenceli olmazdı zaten di miJ Ama Atılın ona karşı iyi hisler beslemediğimi şimdilik bilmesine gerek yok. Zira bu hareketim bana yol-su-seks olarak geri dönmekte – ki iyi bişey. Ayrıca herifin nereden çıktığına dair hiçbir fikrim yok. Burada olduğumu bilmesi için ancak beni takip etmiş veya ettirmiş olması lazım çünkü dün gece Alain’lerde (eski bir okul arkadaşım) ev partisinde olacağımdan haberi yoktu – evin nerede olduğundan da. Veya evren çok büyük tesadüflerle dolu ve kozmik güçler bizi sabah sabah Atılla buluşturdu da bir açıklama olabilir - ama ben bu inancı sevmiyorum; hatta tüm benliğimle reddediyorum.  Pınar da gecikmekte ısrarlı anlaşılan. Bi mesaj atıp nerede kaldın, diyorum.  Öğlen görüşelim diyor. (Kaltak!)

Pınardan ümidi kesip, tatlı ifadelerimi takınıp, Atıla buralarda ne yaptığını soruyorum. Civarda işi olduğunu, beni görünce de yanıma geldiğini söylüyor. Peki, deyip uzatmıyorum. (iç ses: aptal oyunlarını çözmek için yeterli zaman harcadım 2 aydır – artık yeter)  Ama eminim bu düşüncemin de farkında, lanet olsun ki bu adam beni tanıyor. Benim onu tanıdığımdan daha fazla. Ona ne zaman ihtiyacım olabileceğini (maddesel ve manevi anlamda) kestirebiliyor. Benim onu kestirebildiğim gibi. Ama o kartlarını daha atak oynuyor, ben ise gizli tutuyorum. Ve sonunda sizi temin ederim ki pişman olan taraf ben olmiycam. Şimdilik sadece eğleniyorum. Zaten 3-4 gün sonra Milano’ya geçmem gerekiyor. Yıl sonu öncesi fotoğraflar, sergiler, defileler, makaleler filan. Bu yüzden fazla şey takmıyorum ve düşünmüyorum. Zamanım da yok, zaman fakiriyim.

Havadan sudan muhabbet edip güzel bir sabah yaratıyoruz kendimize. Atıl durmadan konuşuyor. Benim beynim biraz dün geceden hasarlı ama elimden geldiğince eşlik etmeye çalışıyorum. Bir yandan da sol dirseğime yapışmış sakızın son kırıntılarını temizlemeye devam ediyorum – ama Atıl bunun farkında değil. 
Yaklaşık 1 saati bu şekilde geçirdikten sonra, Atıl:
“Şeker, bana gitsek- sana harika bir scotch aldım?” diyor. Ve yüzümde eşzamanlı beliren zafer ve mutluluk karışımı ifadeden teklife cevabımın evet olduğunu çıkarıyor. Ben de onaylıyorum zaten “Harika!” (işin iç yüzü için iç ses: EV-VET, sonunda kevaşenin sakızından kurtuldum!)

28 Ara 2010

Kimse konuşmadı - hepimiz sadece.. İç Çektik.

27 Kasım

Lanet olsun. Kafamın içinde Keisha adlı kepaze hatun hala çalıp duruyor.  Sabah 7ye 3 kala eve geldim.  Pınar – ah benim mükemmel insanım – kendini kanepeye atmış, bir kolu kanepede bir kolu yerde uyuyakalmış.  Sehpanın üstünde duran 1/8i dolu şarap şişesi de, mekandaki hızını evde de kesmemiş olduğunun göstergesi. Ayakta duramıyorum. Ellerim titriyor. Bir his var. Tanımlayamıyorum. Nedir bilmiyorum.  Ama iyi bir tarafı olduğu kesin. Ya da en azından bir tarafı beni iyi hissettiriyor. zaten üstümdeki HakanYıldırım  saten beyaz mini elbise, uzun deri çizme (Giuseppe Zanotti) ve Balmain ceket’le ne kadar kötü hissedebilirim ki?





26 Kasım akşamından bahsediyorum.  Pınar geldi. Sıkılmış İstanbulda. Bir de benim ayrılma sonrası nasıl eğlenceli bir insan haline geldiğimi en iyi bilenlerden. Bu fırsatı kaçıramazdı.  (Ben kendine ait kısıtlı zamanlarda üzüleceği varsa üzülenlerdenim. Geri kalan zamanımı bu ayrılık durumunun avantajlarını max. da kullanmaya harcıyorum.)  Mesela Atıl sonrası düşünecek çok fazla şeyim yok. Çünkü bu sefer bir Meryem kadar günahsızım. Düşünün ki Fransız ateşi Piérre bile Atıla sadakatimi gölgeleyemedi.  (ah gecenin bi yarısı beni eve bıraktığı hikayeyi anlatmadım değil mi, neyse o da sizin hayal ürünlerinize kalsın) Özet şu: Sıkıldı demek ki, ayrıldı. E bunun ertesinde oturup yas tutmak kısa zamanlı planlarım dahilinde değil. Üstelik bu  terkedilmiş çaresiz kadın modelinin ne kadar seksi olabileceğinin farkında mısınız? Veya işinizi ne kadar kolaylaştıracağının.  Yeni kalbi kırılmış hatunun  erkeklerce en kolay av olarak düşünüldüğü bir gerçektir.  Ve emin olun, Lola bu durumdan sonuna kadar faydalanacaktır. Şimdi bir analiz yapacak olursak, günahsız meryem ne yapardı gördük.. Şu andan itibaren hareketlerime yön verecek soru şu: “ Meryem ne yapmazdı?”





Akşam 8de hazırlanıp çıkıyoruz Pınarla. Zümrüt yeşili bir kolye ve yüzükle tamamlıyorum kıyafeti. Armani Code ise gizli silahım. Taksi çağırıp downtowna iniyoruz. Önce enfes bir akşam yemeği yiyoruz İtalyan restaurantında.  Yemekten sonra da soruyoruz: Meryem ne yapmazdı? – Mesela kesinlikle bu elit ortamın tuvaletinde bir illegal madde kullanmazdı.  Kafamı uçuracak kadar değil ama, sadece daha güzel olabilmek için. (iç ses:  Kendimi kaybedip orda burda kusacağımı sanıyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz. Paşa dedemden aldığım eğitim buna izin vermez zira.  Köprüaltı balicilerinin Uptown sürümüyüm.) Hesabı ödeyip eğlenceye devam diyoruz. ( Ege Çubukçu'dan geliyor: – Eğlenceye devam kıyak parçalar ve kıyak ortam)
     İstanbul dedikoduları, bilmemkimin patlayan silikonu, bilmemne beyin aldatan karısı, frengi olan ünlü playboy, kimin selülitli fotoları çıkmış kim kime yazmış da avucunu yalamış – bunlar da ekstralar. Yol boyu sadece İstanbuldan bahsediyoruz - ÖZLEMİŞİM! Neyse, ışıklı sokaklarda yürüdükten sonra mekana giriyoruz. Şirketin partisi var bu gece, son zamandaki harika performansımızı kutluyoruz: 
Popülasyon:  İngiliz işadamları ve hot ofis çalışanları 
Ortam gideri: 87%.
İçki tercihi: Long island ice tea.
Şarkı: Tiga – You gonna want me
(Ayrıca belirtirim, tango benim yaşam stilim.)
ve Soru: Artık biliyorsunuz.......................... (dinle: hot chips - ready for the floor)




Boşlukları doldurduktan sonra evdeyim nihayet. Dediğim gibi ellerim ayaklarım titriyor. Muhtemelen vucüdumdan atılamamış maddelerin yan etkisi.  Bir sigara yakıp çivi çiviyi söksün hesabı yapıyorum. Odama geçiyorum. Çizmelerimi çıkarıyorum, pencereyi sonuna kadar açıyorum eksilerdeki soğuğa aldırmadan. Yatağın tam ortasına oturuyorum. Ve tanımsız hissimin bir parçası daha çıkıyor ortaya: 2 gündür ilk kez sinirleniyorum – ATIL – SENİ LANET OLASI PİÇ KURUSU! 

Sigaramı bitirirken telefonum çalıyor. Zafer gülümsememle uzuuun uzun çalışını seyrediyorum. Kötü bir insan değilim, gerçekten, sadece zevkini çıkarıyorum. (e hakettim de ama??) 
Ve açıp en masum sesimle konuşuyorum: “Efendim şeker?”

  

Cuma geceeriniz hep hayrolsun şekerler.
xoxo.

26 Ara 2010

Bulaşıcı küçük canavarlar. Sıkıcılar ama, varlar.


Tıkandım. Doğru kelime değil belki ama en yakını. Hani güneşli günde yağıyor gibi görünen küçük ışıkçıklar var ya, elinizle tutmaya çalışırsınız ama sadece kendi kendinize  dokunursunuz nihayetinde. (ben çocukken çok yapardım, sizi bilmiyorum) Atıl kazası sanırım bununla açıklanabilir. Beni açıklayabilecek bir benzetme ise bulamadım henüz.  Hatırlatırım, Londranın göbeğinde terkedildim, üstelik uzun bacaklı ve zayıftım.

time to pretend

İşin açıkçası, 25 yıllık hayatımda ilk kez terkedildim. İlişkide ayrılan taraf ben olurum demiyorum,  son sözü hep karşıdakine söyletirim. Bkz. Ali, Bkz. Bilmediğiniz onlarcası. Ama ayrılma süreci yöneticisi hep ben olurum. Benim için kırılma ve kopma noktası eş zamanlı değil.  Bir zaman geliyor, ben sıkılıyorum- kırılma noktası, belli bir süre bunu hissettirip karşımdakinin benden ayrılmasını sağlıyorum- kopma noktası. Böylece aslında iyi bir insan olarak hatırlanıyorum, böylece durup dururken ayrılan kaltak olmuyorum. Veya durup dururken terkedilen masum da.  (bu da benim küçük oyunum)  Ama Atıl bu ilki başardı. (Tebrik, çiçek, balon yollayabilirsiniz isterseniz)  Hiçbir şekilde bana hissettirmeden ayrılmayı kafasına koyup – popoma tekmeyi bastı (Sövgü dolu laflar hazırladım ona, ama burada sarfedecek kadar aptal değilim)

 26 Kasım:

Dün halka açık bir ortamın tam ortasında şakacı bir tavırla benden ayrılırken Atıl, bir anda söylediklerini dinlemeyi bırakıp sadece böyle mükemmel bir adamla tekrar sevişemeyeceğimi düşündüm. Zaten uzun da konuşmadı. Kulağıma ayrılmamız gerektiğini fısıldadıktan sonra ne tepki vereceğimi merak ederek yüzüme baktı. Oysa ben, sanki kahvenin ne kadar boktan olduğunu söylemiş gibi , ne kadar haklı olduğunu onaylayan bir ifadeyle kafamı sallıyordum.  Bu da onu cesaretlendirmiş olacak; bu cümlenin tartışması bitmişcesine sıradan konulara geçti. Ve evet, hiçbir sebep yokken – en azından benim için – bikaç gündür süren aptal garipliklerinin üstüne bi de bu ayrılmayı ekleyen Atıl kendimi bir çöp gibi hissetmeme neden oldu.  Hala tuttuğu elimi çektim.  (Bana bunu nasıl yaparsıncılardan değilim. Sayko hatun modelinin ayrılık zamanlarında hoş olmadığının da bilincindeyim – zira öyle bir hissim de yok.  Sadece boş hissediyorum. Son 2 ayım bir anda puf!* yok – olmuş gibi. ) Sinirlenmem için kendime zaman tanıdım ki şöyle etkili bi çıkış yapabileyim – ama sinir hücrelerim benden izinsiz tatile çıkmış gibi, hiçbir nefret veya öfke belirtisi yok bende.  Baktım olmuyor,  zaman tanımaktan vazgeçtim ve  kafeye dönmemizi önerdim.  Gayet ciddi bir şekilde bir soda istedim, Atıl da sanırım bir espresso daha istedi.  Ellerime bakıp ne kadar üşüdüğümü farkettim, ama beynimin böyle şeylerle dağılmasına izin vermedim.  “Atılcım”, dedim. Sodamdan büyük bir yudum aldım. “ Ne kadar büyük bir pislik olduğunu söylememe gerek yok sanırım, ama zaten ben seni en çok bu halinle seviyorum. Neyse şeker, ben gitsem iyi olacak” deyip yanağından öpüp masadan kalkıyorum. Atılın garip bir şaşkınlık içine girdiğini tahmin edersiniz.

Mekandan çıkmadan önce lavaboya uğruyorum. Yüzüme soğuk su çarpıyorum, ve kafamı kaldırdığımda aynadaki ben –tek kelimeyle- harika görünüyor. Galiba, bana terkedilmek de yakışıyor. Bu beni kötü biri yapmaz değil mi?

Hadi bunu dinleyin de biraz eğlenin:

Ve sersem küçük budala "Tuvaleti kullanabilir miyim?" diye sordu.

Bu sefer yazdıklarım sizi eğlendirmeyebilir. Zira ben hiç eğlenmedim.  Tabii “Sen bunu çoktan hakettin Kaltak!”  diyerek bana karşı sinirlenenbilir, bütün sövgü dolu cümlelerinizi bana karşı tüketebilir, böylece aptal mutsuzluklarınızı benimle törpüleyebilirsiniz. Sizin bileceğiniz birşey, karışmam. Ama bu şekilde işe yaradığımı hissedip yüceleceğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.  Tarafsız da olmaz anlatacaklarım, sonuçta beynimdeki görüntülerin ürünü.


26 Kasım:
İllet bir soğuk var.  Bir virüs gibi kulak deliklerimden girip beynimdeki en ulaşılmaz hücrelere saldırdığını hisseebiliyorum.  Titrememek için kendimi sıktıkça daha da üşüdüğümü biliyorum, ama kendimi zaptedemiyorum.  Neyse,  bu soğukta üstümdeki ipek uzun beyaz gömlek (DKNY) ve deri montumun (Gucci) beni sıcak tutmasını beklemiyordum zaten.  Ama bunu hesap ettim desem sadece burnu havadalık yapıp, ben herşeyi önceden düşünürüm ayağına yatmaya çalışmış olurum ki – hoş olmaz.  İşten çıkıp yürüyerek Atıla gitmeye karar verdiğimde soğuk benim için düşünülecek ş
eyler listesinde değildi – tek amacım bir an önce nefes almak.  Acele bitmesini istediğiniz günler olur ya, onlardan biri işte bugün.  Ne sunumları izlerken, ne de harika aksanlı İngiliz abidelerini dinlerken eğlendim. Tek isteğim: “bitse de gitsek”. Kafamda “I dont wanna work today” ve “Je ne veux pas travailler” loopa alınmış halde çalıp duruyor.  Neyse ki beklediğimden daha az ıstırapla atlatıyorum bu lanet işgününü. ( Çalışma bağımlısı biri olarak, bu tavrımı hiç beğenmedim. Ama bana yakıştı bence  yine de)  Apar topar tıkıştırdığım çantamı omzuma takmakla zaman kaybetmeden koşar adım çıkıyorum ofisten ve kapıda sigaramı yakıyorum.  Bugünün kurtarıcısı olmasını sağlamak için Atıl’ı arıyorum. Bu ruhu bozuk halimi çaresizlikle karıştırarak ifade ediyorum ki, gün sonunda beni mutlu ettiğinde (doğal bir şekilde) bir “Kahraman” kompleksine girebilsin.  Evine gitmeyi planlamıştım aslında ama dışarıda buluşmayı öneriyor. Lido'da olurum 1 saate diyor.  Ben de yürüyerek gitmeye karar veriyorum. İşte bu iliklerime işleyen soğuk, o kararımın lanet meyvesi. Belirlenen noktaya ulaştığımda Atıl’ı siyah wayfarerları ve dehşet dolu bir yüz ifadesiyle gazetedeki bir makaleye bakarken buluyorum. Yaklaşıp elimi omzuna atıyorum – ne okuyorsun öyle diyorum.  “Saçmasapan bişey”diyor  gülerek, kapatıyor sayfayı ve kalkıp reverans yapıyor. (öpüyor yani-  iyice ingilizlerin abartılı kraliyet ruhuna kaptırdım bu ara kendimi)  Tam bir beyefendi olarak sandalyemi de tutuyor oturmam için.  Bu zaman zaman abartılı asilzadeliğini de seviyorum.  Birer espresso içtikten sonra, içecek birseyler alıp  yürümeyi teklif ediyorum.  Gün boyu ofiste fazla hareket edememiş bacaklarım yeni kazandığı özgürlüğünü oturarak harcamak istemiyor.  Atıl da iyi olur, daha rahat konuşuruz diyor. Ve Hyde Park’ta yürümeye başlıyoruz - birer sigara yakıyoruz.  Daha rahat konuşuruz demişti ama tek laf etmiyor.  Birşey demek için ağzını açıp, benim ona doğru bakmamla vazgeçtiğini gördüğümü sanıyorum defalarca.  Hatta bunun olduğuna yemin edebilirim.  Ama sadece hayal ürünüm de olabilir.  Neyse, ben konuşuyorum.  Duraksız konuşuyorum hatta, aptal müşterilerden, kısıtlı beyinlerden, bugün ne kadar sıkıldığımdan ve bu haftasonu İstanbul’a gidip gelmeyi düşündüğümden bahsediyorum.  Atıl da gayet istekli katılıyor konuşmama.  Bu şekilde yaklaşık 1 saat kadar yürüdükten sonra. Artık yorulduğumuzu hissedip oturuyoruz.  Bir sigara daha yakarken bilinçsiz bi şekilde ıslıkla “moon river” çalıyorum.


Atıl da eşlik ediyor. İki aptal parkın ortasında ıslık çalıyoruz.  Bitince de tam bir idiyot gibi kahkahalarla gülüyoruz.  Bunu genelgeçer bir gülme olarak tanımlamak mümkün değil, abartısız 10 dakika durduramıyoruz kendimizi. Ayaklarımı göğsüme doğru çekerek falan gülüyorum, o derece. (Bkz. Kriz. Ya da Histeri.)  Benim bugüne ait öfkem, onun da  (buluştuğumuzdan beri içten içe hissettiğim) anlamsız gerginliği geri çekiliyor bu gülmeyle.  Zar zor kendimizi durdurduğumuzda, yavaşlayan kıkırdamalarının arasından “konuşmamız lazım” diyor Atıl. Konuşalım diyorum tüm ciddiyetimi toplamaya çalışarak ama tekrar kopuyor birşeyler ve yine gülmeye başlıyorum. Lanet herif de bana eşlik ettiğinden durdurmak daha da güçleşiyor. Neyse ki kontrolü ele geçirip susuyorum, onu da durduruyorum – hadi söyle bakalım diyorum.  Kulağıma doğru eğiliyor – Elimi tutuyor ve: “Şeker, bence ayrılalım” diyor.




Bkz. Piç!
Bkz. Koful!

Bu kadar.


13 Ara 2010

ŞOK oldum ve dehşete düştüm. Bu yüzden..

                   



“Ağlayamam. Ağlamaya karşıyım. Ağlamak zayıflıktır – ya da cool değildir” demiyorum. Asla. Sadece çok fazla hayatımda olan bir olay değil. Zira insan bünyesine ait olabilecek her duyguyu ve aktiviteyi kendi yorumlamamla , olabildiğince yaşıyorum. Sırılsıklam salya sümük ağlamadım belki. Ancak, elimi ağzıma tıkayıp sesimi de geldiği yere tıkayarak ağladığım olmuştur. Ağlamak deyince aklına gözyaşı gelenler de yatak deyince uyumayı anımsayanlarla aynı cemiyetten. Zira ben gözlerim sulanmadan da ağlayabiliyorum.


24 Kasım :
Saat 5 gibi kanepede sızmışım. Üzerimdekileri değiştirmeye tenezzül etmeden. İçeriden bir yastık almayı akıl ettim ama. (iç ses: uzun boynum diğer eziyeti kaldıramazdı) Dvd de bitip bitip baştan başlamış uyuduğum zaman dilimi boyunca ( Singin’ in the Rain)


10a doğru yumruklanan kapımın haykırışlarıyla uyanıyorun. Sabah sabah şiddet mi( – mükemmel!  )  Fakir olsaydım alacaklılar kapıya dayandı diye endişelenebilirdim. Israrlı ve ritmli bir çalış ayrıca. Biraz zorlarsam beraber “jeaolusy, turning saints intoooooooo the sea” diye şarkı söyleyebilirim. Kısa bir an için, sadece 1 saniyeliğine- fazla değil,   kapıyı kırıp içeriye girmesini beklemeyi düşündüm şiddet sahibinin. Ama sonra vazgeçtim. Kalkıp beyaz evin siyah kapısını açıyorum: Atıl. (o kadar da şok edici bir isim olmadı farkındayım) Günaydın ve ne yaptığını sanıyorsun gerizekalı diyerek içeri alıyorum. Susturuyor (bu tadı seviyorum) Css – music is my hot hot sex


Bu sabahki Atıl en sevdiğim volüm. İnatçı. Sabırsız. Edepsiz. Ama Asil. Durmasız. Takipsiz.  Akışkan. filan falan. Şefkat sarılmaları yok bu sefer. Amaç gayet açık ve net: Seks! Ve gerekli bütün büleşenleri bünyesinde barındırdığını söylemiştim değil mi? Kusursuz cilt. Zekice yerleştirilmiş dövmeye sahip yağ dokusuyla tanışıklığı bulunmayan kollar. Ve evet, muhteşem kokuyor.
Saat 12 gibi çıkıyoruz evden. Arabasına biner binmez bir sigara yakıyorum. (kimselere çaktırmıyorum) Devamıı - -  Kahvaltı + kahve + etraf kollama + etraf yargılama. Sonra arabayı dara yakın arka sokaktaki bir otopark bırakıp yürüyoruz. Uzun ve ağır adımlarla. Elimdeki sigaranın tadını çıkara çıkara.  Amaç. bir fotoğraf sergisi. (Bayan X diyelim, en azından cinsiyet belli olsun) Ve hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından birini yaşıyorum – Bu kadar sığ bir düzenleme beklememiştim. En düzensiz kafada bile bir biçim – uyarlama – tarz vardır ama burada yok. Alakasız yerleşim, alakasız renkler . Alakasız bile denemez belki, gereksiz. Atıla gitmemiz konusunda ısrar ettiğim için kendimi hala affedemiyorum. Zira, boşa zaman geçirmekten nefret ederim. Ama eğlenmediğimizi iddia edemem. 


Mesela mükemmel bir şarap içiyoruz. Sene 70ler (en az) den kalma bir İtalyan Antinori. Not defteri gibi akıllara zarar da bir aktivite yapan ergen beyinli sanatçının defterine xoxo*yla biten bir yorum bırakıp koşarak uzaklaşıyoruz. Biraz alış veriş yapıyoruz. Sonra Atıl’ın Fransız ateşi Piérre arıyor. (bazı insanların isimleri seksi, bu konuda yapacak bişey yok) Taç giyme törenine davetliymişiz. (Bu ne demek ki şimdi diyorum) Ama sırf adı bile Paşa soyundan gelen genlerimi harekete geçiriyor. Taç giyme töreni – Atıl’ın şirketinde yeni evli çiftlere  yaptıkları bir aktivite imiş. Ve gerçekten bir zamanlar kraliyetçe kullanılmış sonrasında bir butik yaşama alanına çevrilmiş bir mekanda gerçekleşiyor. Odaları Harem konseptiyle dizayn edilmiş ve her köşesi hmm... zencefil kokuyor. Gösterişli yaldız ayrıntılı kapısından girince mükemmeliyete yakın bir avludan geçiyoruz. Oyulmuş, kesilmiş, renklendirilmiş ağaçlar ve heykeller var. Beynim estetik birşeyler görmenin sevincini yaşıyor. Tek eksiği viski. Görsellikten ziyade katkıları da oluyor buranın tabii. Mesela, siz hiç bir Kraliyet* malikanesinin tuvaletinde seviştiniz mi? Ben seviştim. Hem de sesimi kısmak zorunda kalmadan  - içerideki folk dans partizanları yeterli ses yalıtımını sağlıyorlar çünkü. Bu dünyada insan ruhunu bozmak için dizayn edilmiş günler var. Ama bugün onlardan biri değil.





Hepinizi severim –


11 Ara 2010

Anlarım ben. Ben burada saksı mıyım? - BEN SAKSI DEĞİLİM!



Uyuyamamayı sorun etmem. Her defasında statüsünü “insomnia” diye güncelleyen tiplerden de değilim. (iç ses: tek gecelik insomniac’lardan ciddi bir şekilde irite oluyorum) Ah bu da bir film sonrası çıkan furyalardandı değil mi? Jeux d’enfants sonrası herkesin bir anda fransızca aşığı olması gibi. Ya da buzda fevkalade(?) show yapan İlhan Mansız’ı gören yeni ergen neslin 76%sının aynı anda buz pateni dersi almaya başlaması. Veya a Beautiful Mind sonrası bir anda şizofren olduğunu iddia eden ilginç düşünce yapıları. Bu her defasında beni hasta ediyor. Sorun şu: Özentiye bir derece tolere edebilirim, lakin özendiğini itiraf edemeyeni hiç sevmem. İşte bu yüzden bazılarını dinlerken tahammülsüzüm, çünkü şuna adım gibi eminim ki biryerlerden yedirildiklerini kusuyorlar.

24 Kasım – Saat: 04:12

Atıl az önce beni eve bıraktı ve gitti. BU: beklenmedik bir gelişme. Bugün hiçbir işim olmadığı için beraberizdir diye düşünmüştüm. Ki o da bunu önermişti dün saat 16:32’de aradığında. Ama gitti. Saat 23.03’tü dışarı çıktığımızda. Ali konusunu tamamen kapatmış görünüyordu. (Aslında bunu hiç sorun etmediğine adım gibi eminim) Aptal bir kareoke bara gidip zaten dumanlanmış kafamızı biraz da viskiyle destekledikten sonra çoktan galeyana hazır seyirciyle kendimizi Rockstar ilan edip daha anlamlı* bir mekana geçmeye karar verdik. Zaten üstümdeki McQueen Blazer, Derimod skinny pantolon ve Lanvin ayakkabılar daha cok alkisi hakediyordu. ( ve elbette yüzük- zumrut - Dior)  Atıl da Fred Perry T-shirt+Ceket+Cheap Monday jeans’iyle 10 üzerinden 8 bile alabilirdi. Neyse. Güzel müzik ve kaliteli scotch bulabileceğin mekanlar Londra’da o kadar da az değil. Albannach‘ a geçiyoruz Atıl’ın birkaç arkadaşıyla beraber. Anne, Daniel, Berk ve Fransız Ateşi: Piérre. Eğlence seviyesi yüksek insanları seviyorum ve bu gece de eğlenceli sıfatına layıklardan biri – Neredeyse Atıl’la tanıştığımız o gece kadar. (iç ses: biraz monotonlaşma sinyali içeren ilişkisel durumun yeniden ve kaliteli doğuşu diyebiliriz.) Hem hava hem de bir sigara için mola verdiğimde Atıl da geliyor birkac dakika sonra Tanımlayamadığım bir gariplik var bu gece onda. O belli etmiyor aslında ama hissedebiliyorum - hatta koklayabiliyorum. (iç ses: merak yok, o ‘ruh ikizi – bir bakışından anlama’ muhabbeti değil bu:)  Ben de belli etmiyorum bisey. İstese söyler sonuçta. (İnsanların birbirini aşırı anlama çabaları çok komik, yüzeysel görüntü herşeyi anlatıyor zaten)



Konuşmuyoruz. Sigaramı paylaşıyoruz sadece. Sonra, soğuk havaya tam alışmışken - bir anda sarılıyor. (Tamam. İşte buna anlam veremiyorum, bu şehvet/istek içeren veya cevap bekleyen bir sarılma değil  zira – sadece sarılma.) Ben de elimdeki sigarayı atıp kolumu boynuna doluyorum ve hafifçe saçlarından öpüyorum. (Hahah anne-çocuk fantezisi gibi oldu diy mi – ama üzgünüm Freud, bu gece de tutmadı) Kafasını omzuma gömüyor, bir süre.. öyle kalıyor (iç ses: Üşüdüm, biraz da titredim- ve hissizim. Bir an ağladığını düşünüp dehşete kapıldım -  dikkate aldığım insanlar ağlayınca topuklarımı popoma vura vura koşup kaçma isteği uyanıyor bende. ) Sonra kafasını kaldırdığında ve o çarpık gülümsemesiyle öpmek için yüzüme yaklaştığında hissiz ve endişesiz kalmakta haklı olduğumu anlıyorum. Atıl aynı Atıl. (iç ses: ya da bu geceyi desteksiz düşüncelerimle zorlamama niyeti de olabilir bu önermem)
Evet- Öpmek için eğiliyor, sonra (yine bir anda) çalmadığına emin olduğum telefonu çalmış gibi kendini geri çekerek telefona cevap veriyor. Sonrası yine güzel gecenin. Bu garipliği saymazsak 88% eğlendim. Ve dediğim gibi eve bırakıldım. Yan dairedeki yaşlı kadının tıkırtılarını duyuyorum eve girerken– saat 3ü 34 geçmesine rağmen ayakta. Bir de papağan’ı var. Konuşmuyor. Adı da Teddy. Ama sadece Teddy değil. Teddy Flitz Spicy Dollface. (ozetle) Bu kadarı fazla. Kesinlikle.

mod: http://www.youtube.com/watch?v=gGdGFtwCNBE

8 Ara 2010

Beynime aykırı olan herşeyi - ona zıt olan ne varsa.. cesurca reddediyorum.


 Bu son 3 gundur yüksek dozda yoğunum. Yeni ofis – düzenlemeler – yeni ilişkiler – yeni müşteriler – yeni kaprisler – düşünceler falan filan. Bunlara ek olarak katılmam gereken davetler – görmem gereken sergiler – tasarlamam gereken afişler.. Kısacası işimle doluyum. Ki severim. Gece 4lere kadar sunumlar hazırladım. Yeni insanlarla tanıştım 87% si erkek ve bunların 65% inin büyük ölçüde gideri var. Bu arada Atıl’da kalmıyorum. Akşamları birlikteyiz ama ben işlerimle boğuşmak için belli saatten sonra kendi (tatildeki kuzenimin:) yerindeyim. Küçük bir dairem var. 3 dar sokağın kesiştiği bir noktaya bakıyor ve alabildiğince yeşil görüyor. Şimdi de onun büyük penceresinin önündeki masada sigaramı yaktım ve düşünüyorum.

23 Kasım
Akşam 8e geliyordu sabah 7.02’de terkettigim daireye geldigimde. O kadar yoğun bir gündü ki kahve ve sigara dışında midem için hiçbirşey yapmadım. Ama şu anda midemi değil SU’yu düşünüyorum. Uzun ve soğuk bir duş alıyorum. Tüm hücrelerim tekrar uyanıyor sanki. Saçlarımı hafifçe havluyla kurulayıp yatağa bırakıyorum kendimi. Sonra da Atıl’ı arıyorum. Birşeyler alıp buraya gelmesini, açlıktan öldüğümü söylüyorum. Kapatıyoruz. Ne giyeceğime karar veriyorum: H&M bluz ve Diesel şort akşam için kafi sanırım. Ve tabii ki yüzük. (Ametist – gümüş – chloé) Saat 9u 13 gece Atıl kapıda oluyor. Enfes bir pizza, bir 1983 Cabarnet Sauvignon ve harika kokusuyla birlikte (Black Code). (Eğer aşık olmak diye birşey varsa o anda olmuş olabilirim.) İçeri geliyor, servisleri hazırlıyoruz birlikte. Sonra günden ordan burdan bahsederek, çoğu şeye yüksek sesle gülerek yemeğimizi yiyoruz. Şaraplarımızı alıp kanepede yayılmışken -  birden, çok alakasız biryerlerden Atıl bana Ali’yi soruyor. Artık yeni sevgili diye hitap edebileceğin adamla eski sevgiliden konuşmak mantıklı mıdır? Bu yeni sezon ceketine eski sezon hırkasını çekiştirmekle aynı mıdır? Ya da daha kısa ve anlamlı bir soru: BUNA NE GEREK VARDIR?
L: Nesini bilmek istiyorsun? – diyorum.
A: Neden ayrıldın? Yani ne değişti de bitti? Ya da ne değişti de başlamıştı?
Bu sorulardan hoşlanmadım. Kokuşmuş peynir gibi midemi bulandırdı.
L: Özel bir sebebi yok, çok büyük bir bağ da yoktu zaten aramızda. Birbirimizi mutlu ettik – artık edemeyeceğimizi anlayınca bitirdik.
Atıl’ın bu tip şeyler soracak bir adam olduğunu hiç düşünmemiştim. Sonuçta onunla birbirimizi        sorgulamadan, anlattırmadan tanıyorduk. Birden, hem de onun da hiç haz etmediği eski sevgili muhabbetini açması.. garip.

A: Biliyorum onu zaten şeker, de. Yani kırılma noktası neydi? Neredeydi ya da?

            Neyin peşindeydi ki bu genç adam şimdi? Kendisi yüzünden Aliyi terkettiğimi filan mı düşünmüştü acaba? Nereden çıkmıştı ki bu saçmasapan konuşma zaten? Oysa zaman geçirmek için daha iyi planlarım vardı benim. (iç ses: Boynunun sağ tarafındaki ben büyümüş mü, bana mı öyle geliyor?)

L: Ben 2. ayımızın sonunda sıkılmaya başladım.- kırılma noktası Bunu belli etmem ve onun farketmesi de 1 ayımızı aldı galiba. 4. ayımızın 6. gününde de tamamen bitti.

           Susuyor . Ben konuşuyorum bu sefer: “Açık açık sorsana neyi bilmek istediğini?”
Bi süre daha devam ediyor sessizliği – sonra konuşuyor:
A: Ali’nin yeni sevgilisi benim kızkardeşim oluyor da. Bi bilene danışayım dedim.

Rahatladım – en azından saçma eski sevgili muhabbeti yapmıyordu. Atılla ilgili büyük bir hayal kırıklığı olurdu bu. Ama yüzümde bir kırgınlık veya Ali’yi unutamama ibaresi görmeyi aradığına yemin edebilirim. Öylece bakıyordu. Oysa zerre umrumda değil!

 “Eminim iyi anlaşacaklardır, merak etme intikam planı falan yapacak cins değildir Ali” diyerek gözkırpıyorum,  sıkıldığımı NET olarak belirtmek için elindeki şarabı alıp sehpaya koyuyorum. Ve susmasını sağlıyorum.

7 Ara 2010

İnsanlar hakkında aşağılık fikirler barındırabiliyorum. Ama her zaman değil. Sadece bazen.

18 Kasım:


Yaklaşık 24 saat uyumamın bir meyvesi (ya da meyvası) olarak gece 3ten beri oturuyorum. Şu anda saat 7yi 13 geçiyor. Atıl uyuyor. Londra da yavaş uyanıyor. Gri bulutlu ve sisli. En sevdiklerim. Sıcak havaya karşı bir antipatim yok ama herkes üzerine düşen görevi yapmadığından bazen dayanılmaz olabiliyor. (Ter kokusundan bahsediyorum evet) Hafif yağmur başladı 10 dakika kadar önce. Üzerimi değiştirip yürüyüşe çıkıyorum. ipod’um ve kulaklıklarımla 50% izole oluyorum normal akıştan. 40 dakika kadar duraksız koşuyorum – yüksek tempolu. yüksek sesli: http://www.youtube.com/watch?v=uxUATkpMQ8A

Düşündüm de. Burayı seviyorum. Rengiyle. Umursamazlığıyla. Burnu havadalığıyla. Nefes nefeseliğiyle. Sıkıcılığıyla. İstanbulun da farklı bir etkisi var bende ama Londra farklı. İstanbul saraylı. Londra’ysa soytarı. Açık – net. Kısa – öz. Kendini 1 dakikadan daha kısa sürede ifade etme meziyetine sahip insanları var. Asil de. Sanki seninle alay eder gibi bir havası da var. (Bana benziyor.) 

Köşeden bir lucky strike alıp Arbutus’te mola veriyorum. Gazetemi açıp sert bir kahveyle iyice kendime geliyorum. Bla-bla-bla’lardan oluşan gereksiz gündemleri hızlıca okuduktan sonra o harika aksanlı ve müthiş popolu garsondan hesabı istiyorum. Yürüyerek eve dönüyorum. (iç ses: Atıl’ın evine “evim” olarak refer etmem hoş değil) Dışı kiremit evin alçak merdivenlerinden çıkarken bağrışmalar duyuyorum. Kapıya yaklaştığımda bu seslerin Atıl ve kimliği belirsiz bir hatuna ait olduğunu fark ediyorum. (Kapıyı anahtarla açıp dramatik bir sahne yaratmak istemedim değil o anda ama kendime hakim oluyorum) Bazen insanlar hakkında aşağılık fikirler barındırabiliyorum – ama bu onlardan biri değil.  Zile basıyorum. Jilet gibi kesiliyor sesler. Sanki hiç varolmamışlar gibi. Atıl gelip açtığında da hiç kavga eden bir adam ifadesi yok suratında. Sıkıca sarılıp öpüyor ve eli belimde tanıdık koridordan geçiyoruz. Evet içeride başka bir kadın var. Güzel de sayılır. Ama 100% zararsız (Kim olduğu sizin hayal gücünüze kalsın)

6 Ara 2010

Her zaman endişelenecek bir şeyler vardır. Mesela Küçük ünlü uyumu.

Bahane bulmayi sevmem - bahane bulana tavrim da hos olmaz. Amaa - herşeye bizim dışımızda bir bahane bulmaya olan yetenegimiz yaraticilikta top10 da: KESIN! Adam yoğun bakımda uzun süre kalıyor - yorum: "Çok günahı var. onları ödüyor" (iç ses: YUH) Araba kazası - yorum: "Vadesi bu kadarmış!" (iç ses: neyin peşindesin sen!) İşler ters gitti - sınavdan çaktın veya terfiiyi alamadın - yorum: "Hayirlisi boyleymis" (iç ses: Çalış da yap aptal!) Bunlari gordukce beynim ciglik atiyor!  Kendi bokumuzda boğulmak yerine suçu veya takdiri belki de hiç var olmayan bir başka güce atmak da ancak kafede bacak bacak ustune atip futursuzca felsefe yapan zihinle eslesebilir.  (Genelleme yapmayi sevmem ama hafiften asabiyim su anda) Ve bu düşünce tarzını hayat felsefesi yapan amca-teyzelerdir en çok çekindiklerim. En büyük korkularimdan biri de onların aslinda ictenlikle ama sinirlarini hesap edemedikleri iyi niyetleri: "Hayırlısı neyse o olsun yavrum" (Yok yahu neden ki? Direk benim istediğim olsa ya?)

16 Kasım

Gece 3e doğru Atılla ayrıldıktan sonra evime gelip büyük bir iç huzurla pencerenin kenarına oturdum. Bir sigara yakıp kahvemle beraber uzuun uzun dışarıyı seyrettim. Dusunmek icin cok zekice bir yer. Ve tam da kendime cok zekice sorular sormak icin ideal zaman. Dar sokakta sokak lambasının turuncu yansıması dışında bir hareket yok. Yarın Londra'ya gidecegim ve Aralık sonuna kadar da orada kalmam gerekiyor gibi görünüyor. (İş zımbırtıları - sergi - defile filan) Şimdi gecenin soru ya da problemi şu: (kisa cumlelerle ve en anlasilir sekilde sorguluyorum) Atıl buradayken bende kalıyordu genellikle. Ve bilmeyenler icin tekrarliyim kendisi Londra'da yasiyor. Ve simdi ben Londra'ya gidiyorum. Peki ben de onda mı kalmak durumundayım? (De-Da kullanimimdaki titizligime dikkat cekilsin)

Cok onceden kalacağım yeri ayarlamıştım esasen. Ama Atıl'la bu konuyu hiç konuşmadık - ya da konuşma konusu yapmadık. Belki de anlamamis gibi davranan benim, Atil gayet acik ve net ne dusundugunu belli etti veya hissettirdi defalarca. Örnek : Geçen hafta çarşamba sabahı - (Blogger'da flashback bile yaparim)
A: Günaydın!
L:Günaydınn . O-Ha! Kahvaltı mı hazırladın?
A: İyi misafir kahvaltı hazırlarmış - Fransız geleneği. Aynı şeyi ben de senden bekliyor olucam ama haberin olsun.
...

Onda kalmamın bir sorun yaratacağını düşünmüyorum, amaaa ben kendine ait bolgecilerdenim. Öff. Boşa kafa kurcalıyorum - gereksiz demoralize pozu yapiyor da olabilirim.  Arada onda kalırım olur biter.          
(mi?)

Beynim dumanlı- ve sağlıklı kararlar veremiyorum. Hayırlısı neyse o olsun.

(Fight Club izleyip uykuya dalmakta daha basariliyim. E sarki da buradan gelsin- http://www.youtube.com/watch?v=ApXvYPE5qAI&feature=related)

5 Ara 2010

Herkes fikrini söylüyor - kararı ben veriyorum..

Siyah deri cevreli oldukça geniş yatagimda en az yarım saattir dönüp duruyorum. Gözümü açtım - herşey yerli yerinde duruyor. Üzerine yattığım sol kolum sızlıyor ancak dayanılmayacak gibi değil. Lakin huzursuz uyandım. İzmir'e geldiğimden beri uslu duruyor olmamın zararlı bünyeme ters düşeceğini hesap etmeliydim. Dün geceki uzuuun resepsiyondan zaferle döndükten sonra annemle vedalaşıp geceye devam ettim. Ve oldukça gideri olan ortamda tek yaramazlığımın illegal madde olması şu anda içimi acıtmıyor değil. Üstelik resepsiyonun ve gecenin 10/10 yakışıklısı ve benim 3 senelik uzun metrajlı ilişkimin diğer üyesi Özgür'ün de ortamda olması gerçeğine rağmen. Şu anda saat 12ye geliyor. Bütün hücrelerim ve beynimle Atıl'ı aramam gerektiğini biliyorum. Dün gece de ısrarla aradı ancak sesime ulaşamadı: "Aradığınız kaltağa şu anda ulaşılamıyor."

















15 Kasım 
Atıldan uzaklaşmamın, daha doğrusu bir süre mutual yaşamımıza ara vermemin çeşitli bilinçaltı sebepleri olabilir. Kaçan kovalansın istiyor olabilirim. sıcak soğuk tribine girmiş olabilirim, merak ettirmek istiyor veya sıkılmış olabilirim. Ama beni birazcık tanıdıysanız bunların yapıma uygun olmadığını biliyor olmalısınız. Bu şekilde davranmamın bir sebebi yok zira, sadece doğal Lola ilişkisi bu şekilde yürüyor. Ki Atılı veya aramızdaki zımbırtıyı zorlayacak birşey yapma niyetinde değilim. (iç ses: İlk defa ateşi hissettim yüzümde. ellerimde. tüm bedenimde) Odamdaki antika tuşlu telefondan arıyorum Atıl'ı. Göğüs uçlarımın ve hormonlarımın da bana mesajı:  artık Atıl'ı görmem gerektiği yönünde. (iç ses: şu anda bir de çilekli dondurma istiyorum) İkinci çalışta açıyor telefonu. (İtiraf ediyim sesini duyunca rahatladım) 
L: Naber?
A: İyiyim şeker senden naber?




L: İzmir'e geldim. Resepsiyon :) . Sen İstanbul'da mısın hala?


A: Evet. Yarın sabah gidiyorum biliyorsun. Gelsen ya? Özledim.
L: Hahah. "But there is a price to pay" (Chuck Bass'e saygilar) Özledim aynen. Geliyorum ama once duzgun bişey söyle.
A: Hmm.. Güzelsin sevgilim, ama yakından
L: 3 gibi al beni o zaman. --- diyorum bir yandan biletimi alırken önümdeki bilgisayardan. 

Telefonu kapatıp hazırlanıyorum. Annem evde değil. Erkenden çıkmış. Taksiye atladığımda arayıp hoşçakal diyorum. Ve en sevdiğim yerlerden biri olan bekleme salonuna geliyorum. 74%ü dişi olan ortamda beklerken sıkılıp gözlem-analiz yapmaya başlıyorum. 18-32 yaş aralığı yoğunlukta. Birkaç istisna dışında obez sayılacak kişi yok. Esmer ama sarışınları saymazsak 4-5 kişi dışında saf sarı yok. Ve eminim ki buradaki topluluğun en az 80%i ilk kez chat ile tanıştığında nicknamelerinde "crazy" ibaresini kullanmıştır. Ağlak çocuk yok görünürlerde, bu da daha huzurlu bir yolculuk olacağına işaret. (iç ses: küçük çocukların seyahat formasyonu alması gerekiyor bence - en az  1 saat ağlamadan durabliyorlar mı mesela?) 

Neyse, kalkış zamanı geliyor ve İstanbulda oluyorum saat 3'e 2 kala. Atıl da havalimanında. Resmen koşup boynuna atlayasım geliyor( Ama tabii ki yapmıyorum) Elimdeki küçük bavul'u bırakıp işi dudaklarıma bırakıyorum. Sonra da kulağına doğru yaklaşıp buyuruyorum:  "Beni eve götür!"





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...